En Heyecanlı Yeri, Yılın En İyilerini Seçiyor

Sky Türk TV.de Ceylan Özçelik’in sunduğu En Heyecanlı Yeri sinema programı 5. kez izleyicilerinin oylarıyla Yılın En İyileri’ni seçiyor. Değerlendirme, 05 Ocak 2007 ile 28 Aralık 2007 tarihleri arasında gösterime giren filmleri kapsıyor. En İyi Kadın Oyuncu, Erkek Oyuncu, Yönetmen, Yabancı Film ve Yerli Film adaylarını seçenler film tişörtleri, DVD.ler ve sinema kitapları kazanıyor. Program ilk kez 08 Şubat Cuma akşamı yayınlanacak. Çağan Irmak ile Ulak filmi üzerine bir söyleşi de yayınlanacak olan programın tekrarı Cumartesi 13:10 ve Pazar 21:10’da yayınlanıyor.

  • Basın Bülteni
  • Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) 40. Türk Sineması Ödül Adaylarını Açıklıyor

    SİYAD’ın (Sinema Yazarları Derneği) her yıl düzenlediği Türk Sineması Ödülleri’nin 40. yıl adayları açıklanıyor. 25 Ocak 2008 Cuma günü Beyoğlu Dirty’de bir araya gelen 55 SİYAD üyesinin oylarıyla belirlenen 40. SİYAD – Türk Sineması Ödülleri aday listesi, 11 ayrı kategoride toplam 55 adaylık içeriyor. Her yıl merakla beklenen adayların açıklanacağı basın toplantısı, 31 Ocak 2008 Perşembe günü 13:00’te Beyoğlu Dirty’de (Gazeteci Erol Dernek Sok, No: 11/1, Hanif Han, Beyoğlu, İstanbul) gerçekleştiriliyor. Ayrıntılı bilgi için: 0212 2936669 (Ozan Ağaç)

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Bir Ferhan Şensoy Röportajı: F Tipi Klavye Gençliği Bunlar

    “Son Ders” filminin “Saffet Hocası” Ferhan Şensoy günümüz gençliğini “F Tipi Klavye Gençliği” olarak adlandırıyor.

    12 Mart dönemindeki üniversite gençliği ile günümüz öğrencisini karşılaştıran “Son Ders” filminin başrol oyuncusu Ferhan Şensoy yine ses getirecek açıklamalarda bulundu. Meselâ günümüz gençliği için “F Tipi Klavye Gençliği” diyen ünlü sanatçı “Ortada kalmış bir gençlik bu. Bu sadece politika konusunda değil kültürel anlamda da böyle. Tiyatroya gitmiyorlar, Amerikan filmlerine gidiyorlar. Biracıya, diskoya, konsere gidiyorlar ama baleye, operaya takılmıyorlar” diyerek eleştirilerini hem gençliğe hem de onları yetiştiren velilere yönlendiriyor. 8 Şubat’ta vizyona girecek “Son Ders” filminin sırlarını ve Şensoy’un etkileyici eleştirilerini bu röportajda bulacaksınız.

    Öncelikle senaryonun size nasıl geldiği ile başlayalım?

    Filmin senaristi Uğur Yağcıoğlu televizyon dizileri yazmış yönetmiş bir arkadaşımız. Nedense bana gelen sinema senaryolarının çoğu dram ağırlıklıdır. Ve bu projeleri her hayata geçirdiğimde insanlar dramatik bir rolde olmamı yadırgarlar. “Son Ders” benim sekizinci filmim, altı tanesi de dram ağırlıklı yapımlardı. Bütün bu yapımların içinde en dramatik rol “Son Ders”te canlandırdığım karakter. Uğur zaten film için komedi dram diyor. Benim rolüm komik değil ama filmin içinde komik rolleri olanlar var. Filmin başlangıcı 12 Mart döneminde geçiyor. Devrimci, solcu beş arkadaşın yolları ayrılırken 30 sene sonra hâlâ hayatta kalırlarsa buluşmak üzere sözleşmeleriyle başlıyor hikâye. Bir 12 Mart hesaplaşması aynı zamanda o dönem gençliği ve günümüz dönem gençliğinin bir karşılaştırması da var biraz alaylı olarak filmde. Bizim dönemimizde neredeyse herkes solcuydu. Şimdi politikanın dışında bir gençlik var. Günümüzde tabii ki sağcılar solcular var ama o zamanki üniversite öğrencilerinin politik düzeyi yok günümüzde. Politik yanının dışında, özünde bir aşk hikâyesi de yer almakta. Ben bu beş arkadaştan birini oynuyorum. İsveç’e kaçmış, sonra isim değiştirmiş ve sonunda da İstanbul Üniversitesi’nde hoca olmuş, dersler veren ama ders verirken de alıştığımız öğretmen profilinden çok farklı olarak derse hayat veren bir öğretmen. Öğrencilerin önce garipsediği, daha sonra çok sevdikleri Saffet Hoca’yı oynuyorum. Saffet Hoca’nın 30 yıl öncesinden bir aşkı varmış. Kendisi politik işlere bulaştığı için kızın da başı yanmasın diye kızı terk etmiş. Bir hastalık yüzünden ömrünün çok kısaldığını öğrenince İsveç’ten Türkiye’ye geliyor. Üniversitede öğretmen oluyor ve eski aşkını bulmaya çalışıyor. Buna paralel olarak da filmde günümüzde aynı üniversitede öğrenci olan iki gencin aşkı var. Yani filmde birbirine geçmiş iki aşk öyküsü var. Beni çok duygulandırdı bu film. Çünkü ben de 12 Mart dönemini aşağı yukarı filmde anlatıldığı gibi yaşamış biriyim.

    Kolay senaryo beğenmezsiniz. Çok fazla yaptığınız film yok. Her filmi özenle seçtiğinizi biliyoruz. Bu projenin sizi yakalayan kısmı nedir?

    Senaryo başarılı. Ama anlatılan öyküde ben kendimi buldum. Ben dramda oynamak istemiyorum ama gene de okuyayım dedim. Okurken çok duygulandım. Tereddüt etmedim değil. Çünkü seyirci beni komedi ile bütünleştirdiği için bir filmde ben komik değilsem düş kırıklığı olur mu acaba diye düşündüm. Sonra bunu nasıl olsa anlatacağız. Bu bir Ferhan Şensoy komedisi değildir diye kabûl ettim. Çok duygulandım ve çok mutlu oldum.

    Aslında siz cevabını verdiniz ama ben yinede sorayım. Bu bir Ferhan Şensoy filmi midir?

    Hayır değildir. Ben orada sadece oyuncuyum, senaryo da benim değil, üslûp benim üslûbum değil.

    Sezen Aksu ile oynadığınız “Büyük Yalnızlık” gişe olarak başarısız olmuştu. Orada da dramatik bir roldeydiniz. Böyle bir tecrübe geçirdikten sonra Ferah Şensoy’un yine dramatik alt yapısı olan bir rolde oynaması risk olabilir mi?

    Hayır sanmıyorum. Ben zaten dediğim gibi sinemada çok az komedi oynamışım.

    Son filminiz “Pardon”a seyircinin tepkisini nasıl buldunuz?

    Bence “Pardon” sinemamıza yapılmış nadir komedilerden biridir. Çünkü biz film başladıktan sonra Beyoğlu’nda bir sinemaya gittik. Oradaki görevlilere “Karanlıkta girip tepkiyi görmek istiyoruz” dedik. Girdik ve gördüğümüz insanların sinemada değil de sanki bir tiyatroydaymış gibi kahkahalarla gülmeleriydi. Yani tiyatro reaksiyonu alır gibi bir şeydi. Üstelik çok da acıklı bir hikâye anlatıyorduk.

    İzleyicin absürd komediye yönelmiş bir hali var. Özellikle son dönemde. Hababam Sınıfları, Maskeli Beşler gibi filmlerin yaptığı yüksek gişeler ortada. Bunu nasıl karşılıyorsunuz? Çünkü bu aslında sizin ürettiğiniz dramatik alt yapıya sahip komedilerin biraz da yıpranmasına neden oluyor.

    O filmlerin çoğunu izlemedim. “Pardon” bizim üslûbumuzu ve anlayışımızı gösteren takım halinde oynadığımız bir filmdir. Eğer biz sinemada komedi yapacaksak, Orta Oyuncuları olarak “Pardon” çizgisinde bir komedi yapmak isteriz. Bizim oyunlarımız da öyledir. Güldürür ama altında dram yatar. Biz kara mizah çerçevesinden bakarak insanları kahkahaya boğan oyunlar oynarız.

    “Son Ders”e geçersek burada iki aşk hikâyesi var birbirine geçen fakat bunların dönemsel karşılaştırması olduğunu söylüyorsunuz. Şu an üniversite öğrencilerinde gördüğünüz farklılık nedir?

    Dediğim gibi şimdiki öğrenciler politika ile ilgili değiller. Örneğin seçim geldiğinde nereye oy vereceğini bilmeyen bir gençlik ile karşı karşıyayız. Şuna mı versek, buna mı versek diyorlar. Çünkü bilmiyorlar, izlemiyorlar. Ortada kalmış bir gençlik bu. Bu sadece politika konusunda değil kültürel anlamda da böyle. Tiyatroya gitmiyorlar, Amerikan filmlerine gidiyorlar. Biracıya, diskoya, konsere gidiyorlar ama baleye, operaya takılmıyorlar. Bir de ben onlara “F Tipi Klavye Gençliği” diyorum. Oturmuşlar bilgisayar başına hapisler resmen. Neredeyse “Mc Donalds’ı tıklayayım hamburger buraya gelsin ben yerimden kalkmayayım” diyecekler. Öyle bir gençlikle karşı karşıyayız. Tabii böyle olunca bunların politik bir görüşü de olmuyor.

    Filmde bunlar da işleniyor mu?

    Hayır ben bunları kendi düşüncem olarak söylüyorum. Sadece filmde şu şekilde altı çiziliyor, film bizim gençliğimizle, 12 Mart’la başlıyor. Şimdi gençlik nasıl gösteriliyor, bunlar biraz laylaylom gençlik ama bunların arasında da azınlık olarak o eskiye benzeyen gençlerde var.

    Bunun mutlaka tiyatroya yansıması da var. Çözüm olarak ne görüyorsunuz? Yani gençlik tiyatroyu takip etmiyorsa bu toplumun bütününe doğru gidecek demektir!

    Tabii arkadan gelen kuşaklar bunlar. Tiyatro, kitap okuma, operaya gitme bunlar aileden gelen şeyler. Küçükken alıştırılması gerek. Biz ortaokuldayken ailemiz öğretmenlerimiz bizi haftada bir tiyatroya götürürdü. Ben tiyatroyu o zaman öğrendim. Sonra aşık oldum tiyatroya. Ondan sonra haftada bir gelir oldum buraya. Şimdi anne baba ilgili olmayınca, çocuk da tabii ilgili olmuyor. Bir de okullarda önceden tiyatro kolları falan olurdu. 12 Mart döneminden sonra bu da törpülendi biraz. Liselerarası tiyatro yarışı vardı, bunlardan çok önemli oyuncular çıkmıştı. Bunlar bitince tabii “F Tipi Klavye Çocuk” bunları aramaz olmuş. Alışkanlığı yok çünkü. Bizim için yemek içmek gibi olan şey, onun hayatında olmadığı için eksikliğini duymuyor. “Ben tiyatroya gitmiyorum” diye aklına gelmiyor ki. Benim gençliğimde İstanbul’da tiyatroya gitmemiş adama rastlamak çok zordu. Şimdi çıkalım sokağa soralım 100 kişiden 90’ı tiyatro görmemiştir.

    Burada sinemanın değişen toplum şartlarında tiyatronun yerini almaya başladığı düşünülebilir mi?

    Hiç sanmıyorum çünkü sinema yeni bir şey değil ki. Sadece tiyatroya oranla daha yeni. Televizyon ilk çıktığında veya sinema ilk çıktığında bunları rakip olarak görmüşlerdir tiyatroya, ama karşılaştırıldığında çok farklı şeylerdir. Tiyatro her gün canlı olarak yapılan ve izleyicisi ile paslaşarak üretilen bir şeydir. Ertesi günkü oyun bir önceki günün aynısı değildir. Sinema öyle değil koyarsınız dolaba, yıllar sonra da izleyebilirsiniz. Tiyatro izleyici ile olan o anlık bir şeydir. O yüzden bunların hiç biri tiyatronun yerini almaz. Sadece tiyatro 5 bin yıldır zaman zaman krizler geçirir. Televizyon ilk geldiği zamanlarda bir polisiye dizi vardı o yayınladığı saatlerde sokakta kimse olmazdı. Perşembe akşamları olurdu ve tiyatrolar tatil günlerini perşembe akşamına almışlardı. Ama tiyatro yıkılmadı ki. Dönem dönem olur böyle şeyler. Zaten bu Türkiye’ye has bir şey değil, dünyada da bu böyle. Eskiden Londra’da tiyatroya yer bulmak mümkün değildi. Ben gideceğim zaman önceden bilet aldırırdım. Şimdi gidin Londra’da gişede bilet var. Bu İngilizleri çok üzüyor. Bütün dünya İngiltere’ye giderdi tiyatro izlemeye. Türkçe gibi değil evrensel bir dille yapıyorlar tiyatroyu ama dolu değil.

    Özellikle Yeşilçam döneminde, tiyatro alt yapısı olan oyuncular sinemada yer alırdı. Ama artık dizi oyunculuğundan sinemaya geçiyorlar. Bunun sinemaya getirisi ya da götürüsü olarak ne düşünüyorsunuz?

    Oyunculuk biraz azaldı. Dizi oyuncusu dediğiniz arkadaş o dizi ile oyuncu oluyor. Daha önceden oyunculuğu yok. Güzel kız, güzel çocuk tamam çok yakıştı oluyor. Sonra da filmde konuşamıyor, gidip biri ona dublaj yapıyor. Yani oyuncu kalitesi düşmüş durumda. Ama sinemada dikkat ederseniz, öyle oyuncular olduğu zaman yanına hemen iyi oyuncular vererek besliyorlar, beslemek zorundalar. Yan rollerde ciddi oyuncular var, esas çocuk oyuncu değil.

    Siz bildiğim kadarı ile gençliğinizde Fransa’ya gittiniz orada ödül aldınız sonrada Türkiye’ye döndünüz.

    Ödülü Kanada’da aldım. Fransa’da okudum aynı zamanda profesyonel olarak çalıştım. Montreal’e gittim orada iki oyun yazdım. Biri “Ce Fou De Gogol” sonra Türkçeye çevirdim. Önce Quebec Fransızcası ile yazdım. O başka bir lehçedir. Onunla En İyi Yabancı Yazar Ödülü’nü aldım.

    Türkiye’ye dönme kararınızı ne etkiledi? Bunda sanatsal bir dürtü var mıydı? Ya da sadece gidip eğitim alıp geldiniz mi?

    Amaç buydu tabii ama Montreal’de çok güzel imkânlar vardı. Montreal’de Kültür Bakanlığı iki oyun ve ödülden sonra bana bir tiyatronun yönetimini vermek istediler. Ciddi bir para, “Al beş oyun yap, istersen Türkiye’den oyuncu getir, dansçı getir, Türkçe müzikler koy içine” diye böyle bir şans verildi bana. Askerliğimi yapmamıştım. Pasaport süresi bitti bizim kültür ateşimiz “Önce vatan” dedi bana. Ben kalacaktım aslında. Tabii sonsuza kadar değil ama çok gençtim bir şeyler daha yapabilirdim. Askerlikten ötürü geldim ama altı yıl kadar beni askere almadılar.

    Peki şu anki aklınız olsaydı gene de döner miydiniz?

    Tabii dönerdim. Ben zaten yaptığım yazarlığı da oyunculuğu da kendi dilimde yapmak isterim ve ülkemde yapmak isterim. Bir de Hasan Efendi’den gelen kavuğu Münir Abiden devraldıktan sonra kavukla yurtdışına gidemezsin.

    Peki bundan sonra bir senaryo çalışmanız var mı? Bir de televizyonlardan uzak duruyorsunuz.

    Uzak duruyorum çünkü televizyonlarla anlaşamıyoruz. Talepler var örneğin “sitcom” istiyorlar. Sitcom 120 dakika olamaz. Sitcom tiyatroya çok yakın bir şey ve tiyatrocularla yapılması gereken bir şey. Her hafta çıkacaksın 100 dakika oynayacaksın, bir kere ben bu süreye karşıyım. Bir de ben takımımla oynarım. Bu bütün dünyada böyle. Her hafta çıkıp şakır şakır oynayacaksın alıştığın ekiple. Benim böyle bir takımım var. Televizyon bana “Senin takımının yanına iki manken alalım bir de şarkıcı koyalım” diyor. Olmaz ki böyle. Zaten bunlarda da anlaşamıyoruz. Yoksa televizyona dizi yapmak istiyorum. Ayrıca televizyonda düzeyli bir komedi ihtiyacı şiddetle var. Adamlar her lâfın arkasına gülme koyuyorlar, o zaman zannediyorlar ki komik oldu. Ucundan biraz izliyorum ama bence yapılan şeyler komedi değil.

    Peki sinema ile ilgili projeler var mı?

    Evet var hem de birkaç tane var. Oğlum Mert ile çalışıyoruz. Bir tanesi “Kazancı Yokuşu”, bunu film yapmak istiyoruz. Tabii büyük bir prodüksiyon ve sponsor istiyor. Ya Kazancı Yokuşu kapatılacak ya bu dekor olarak yapılacak, Taksim meydanının kapatılması lâzım. Bir de başka bir öykü var. Benim öyküm onun üzerinde çalışıyoruz. Şöyle üç ay falan tatilim olursa onu yapmak istiyorum. Çarşamba ve Almanya’da geçen bir film bu. Ama tiyatrodan dolayı sinemaya çok fazla vaktim olmuyor. Bu çekilen filmleri de tamamen benim tarihime denkleştirilerek, tiyatro kapandıktan sonra çektik ve turneye çıktık.

    Sizinle daha önceden konuştuğumuzda sinema aslında oyuncunun değil yönetmenin sanatıdır oyuncuların başarısı da yönetmene bağlıdır demiştiniz.

    Elbette oyuncu başka bir şekilde oynamak istiyor ama yönetmen diyor ki hayır öyle değil böyle olacak ve onun istediği gibi oynuyorsunuz. Bu yüzden de oyuncu başarısızsa bunun yüzde ellisi yönetmene aittir.

    Peki oğlunuz ile bu dengeyi nasıl tutturuyorsunuz? Bu biraz zor değil mi?

    Hayır, Mert Baykal 9 yaşında orta oyuncuları ile profesyonel oldu, Erol Günaydın, Münir Özkul ile başladı. Sonra “Parasız Yaşamak”ta benle kafa kafaya başrol oynadı. Çok yetenekli de ama “Baba ben tiyatrocu değil sinemacı olacağım” dedi. 19 yaşında itibaren oyunculuğu bıraktı sinemacı oldu. Gitti dışarıda okudu geldi. Burada önce asistan oldu, reklâm filmleri çekti, sonra da filmi çekti. Üslûbun çok içinde. Üstelik Pardon filmini de zaten 5 yıl kadar tiyatroda oynadık. Yani biz aynı hikâyeyi aynı karakterlerle sinemada oynadık. “Şunu şöyle oynayın” diye bir şey yoktu bu filmde. Herkes ne oynayacağını biliyordu, Mert de biliyordu herkesin ne yapacağını. Oynadığımız tiyatro rolünün filmini yaptık.

    Son çektiğiniz filmin hem senaryosu hem yönetmeni Uğur Yağcıoğlu. Bildiğim kadarı ile daha önceden çekilmiş bir filmi yok. Bu da bir risk sayılmaz mı? Bunu nasıl karşıladınız?

    Benim son 3 filmim genç yönetmenlerin ilk filmleri oldu. Ben genç yönetmenlere böyle şanslar verilmesinden yanayım. Beni heyecanlandırdı. Ben başlarken söylüyorum zaten “İlk film çok zordur aslında ilk filmi çekmemek lâzımdır, hep ikinciden başlamak lâzımdır” diye. Uğur çok başarılıydı ve biz uyum içinde çalıştık. Sonuç olarak onun senaryosu onun kafasında bir şeyler var ve onun istediği şeyleri yapacaksın. Zaten oyunculukta budur.

    Senaryoyu sizi düşünerek mi yazmış?

    Sanmıyorum böyle bir konuşma geçmedi. Beni düşünerek yazmamıştır. Ama aklına ben gelmişim bitirdikten sonra. Ona da demişler ki ters adamdır, benim böyle bir şöhretim var. Aslında değilimdir ama nedense insanlar benden ürküyorlar. Gelip gelmemek arasında tereddüt etmiş. Arkadaşlarına sormuş onlarda “sakın gitme fırça yersin” falan demişler, niyeyse? Sonuçta adam bana bir teklif getiriyor, oynarım, oynamam ne olacak. Çekinerek gelmişti. Bunu da kendisi de söylüyor zaten. Geçenlerde bir röportajı birlikte yaptık orada da söyledi. “Bize Ferhan Şensoy’u bir anlattılar bir anlatırlar ben çok korkarak geldim, fakat bizim çalıştığımız adam o adam değildi” dedi.

    (05 Şubat 2008)

    Serdar Akbıyık