04 Aralık 2009 Haftası

“Adını Sen Koy”, dört ana karakteri, bir aşk üçgeni ve geçmişte yaşanmış trajik olayı barındıran bir film senaryosunun nasıl ‘ham’ ve yoksul bırakılıp, perdeye de -neredeyse- her sahnesinin nasıl bir ‘olmamışlık’ duygusuyla yansıyabileceğinin örneği. Sadece bir ayrıntı vereyim: Can birkaç gün sonra evleneceği nişanlısı Aybige’ye, nikâhlarında şahitlik yapacağı için yurtdışından gelecek en yakın arkadaşının mesleğini söylediğinde kızın ilgisini çeker ve paleontologların ne yaptığını sorar… Sonra Ilgaz gelir; o da Aybige’ye sevdalanmıştır (bir fotoğraftan)… Aybige’nin de gönlü ona akarken, bakınız, işini bilen bir senarist, filmin başına konulmuş o merak sorusunu açar ve Ilgaz’ın, mesleğinin ilgi çekici noktalarını Aybige’ye anlatmasını sağlar, böylece kızın hayranlığı güçlenir (tabii dümdüz bahsetmez, büyülü biçimde anlatır). Çünkü Ilgaz’ın tüm bilinçli soğukluğuna rağmen ikisi sohbet etme olanağı yakalamıştır. Ama işte ‘bizim senaryo’da, o ayrıntı filmin başında havada asılı kalır ve bir daha dönülmez. Örnekler yığınla… Ha, bu arada oyunculardan Ali İl ve Cemal Toktaş ‘düşük tonda’, gerektiği gibi birer performans sergilerken, Melis Birkan doğal oynamaya çalışırken bunu vurguladığı için (“bakın ben nasıl oynuyorum”!) izleyeni rahatsız ediyor. Ahmet Mümtaz Taylan ise “kuyuya taş atan…” rolünde sahneleri ele geçiriyor ama etkili olamıyor. Tümü yönetim zaafı doğaldır ki… Bu niyeti güzel projeye yazık olmuş! Fakat bir yanıyla da ‘sıcak’ bir çalışma olduğundan dört üzerinden iki yıldızı hak ediyor.

“Dönüşüm”de, Bayan Marina de Van zor ve zorlu bir psikolojik ‘puzzle’ üzerinden, ilginç biçimde, iki ayrı oyuncuyu bir bedende birleştirmiş. Filmin bir bölümünde ne Sophie Marceau ve ne de Monica Bellucci, fakat her ikisinin birleşimi olan bir üçüncü oyuncuyu izliyorsunuz. Bu, hikâyenin zorlama çıkış noktasından da, zor seyrin sonunda ‘atılan taşın ürkütülen kurbağaya değmemesinden’ de enteresan. Ben, kendi adıma böyle bir deneyim yaşadığımı anımsamıyorum. Salt bunun için izlenebilir. Görsel etki sanatçılarına kocaman bir aferin!

“Zamanın Tozu”nda Theo Angelopoulos, yirminci yüzyılın ikinci yarısında savrulan bir kadın ile iki erkeğin hikâyesini, ‘filmdeki yönetmen’i aracılığıyla, bugün ve geçmiş arasında köprüler kurup politik ayrıştırmanın yol açtığı kederleri iliklerinize işleterek anlatıyor… ‘Büyük usta’ sıfatını boşuna almış değil kuşkusuz: Önemli toplumsal – siyasal olayların, üç kişinin ruhunda nasıl fırtınalar yarattığını yansıtırken, bu fırtınaları yüz milyonlarca insana şamil biçimde hissetmenizi sağlıyor. Sinemada anlatının nasıl bir sanat yapıtına dönüştürebileceğinin de dersini veriyor. Sanatsal zevkleri her anlamda yudumlayabileceğiniz bir çalışma.

(02 Aralık 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Süpürrr!, Filminin Basın Toplantısı Oyuncular ve Yönetmenin Katılımıyla Yapıldı

Yeşim Sezgin’in yönettiği ve Cem Kılıç, Başak Parlak, Ruhi Yapıcı ile Cenk Tunalı’nın oynadığı Süpürrr!, filminin basın toplantısı yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapıldı.
18 Aralık 2009′da vizyona çıkacak olan filmin konusu şöyle: Oğuz, üç yıldır birlikte olduğu Naz ile evlenmeye karar verir. Ancak Naz’ın babası kızını milli formayı giyen birisine vermeye and içmiştir. Çaresizlik içinde kalan Oğuz, tam umudunu yitirmeye başladığı anda televizyonda hiç bilmediği bir spor dalı görür: Curling. Oğuz ve arkadaşları curling takımı kurarak kimsenin bilmediği bu spor ile kolay yoldan Milli Sporcu olmaya karar verirler.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Süpürrr!, Filminin Basın Toplantısı Oyuncular ve Yönetmenin Katılımıyla Yapıldı yazısına devam et
  • Tozun Altında Kalan Hatıralar

    Zamanın Tozu (I Skoni tou Hronou)
    Yönetmen: Theo Angelopoulos
    Senaryo: Theo Angelopoulos, Tonino Guerra, Petros Markaris
    Müzik: Eleni Karaindrou
    Görüntü: Andreas Sinanos
    Oyuncular: Willem Dafoe (A), Irène Jacob (Eleni), Bruno Ganz (Jacob), Michel Piccoli (Spiros), Tiziana Pfiffner (Torun Eleni)
    Yapım: Yunanistan, İtalya, Almanya, Fransa, Rusya (2008)

    Yunanlı büyük usta Theo Anglopoulos’un üçlemesinin ikinci filmi “Zamanın Tozu”, film içinde film gibi. 1950’lerden günümüze, 1999’a kadar dönemleri anlatıyor bu film. Komünist Yunanlılar, Sibirya, Berlin, sinema, aşk, hatıralar ve insana dair her şey var bu filmde…

    Film, 1953 yılında açılıyor. Genç Yunanlı komünist Spiros, tren kompartımanında birisinden gizlice sahte kimlik alır, sonra da kadını Eleni’yi Rusya’da bulur. Eleni’yle Spiros tramvayda sevişirler. O gün Stalin ölmüştür. Bir ihbar üzerine tramvayda tutuklanırlar ve yolları ayrılır. Ruslar, Spiros’u hapse atarlar. Eleni’yse Sibirya’ya sürgüne gönderirler. İçinde yeni bir hayat büyüyen Eleni, dünyaya A’yı getirir. A, şimdi Yunan asıllı ünlü bir yönetmen. A, annesi ve babası üzerine çektiği filminin kurgusu için Roma’daki Cinecitta Stüdyoları’nda koşuşturup durur. Film, geçmiş zamanları ve genç Eleni’yi oğul A’nın filminden düşmüş anlarla perdeye yansıtıyor. Eleni, acılı hayatını yaşarken, A’nın da hayatında iyi gitmeyen bir şeyler var. İç içe geçen hikâyeler, bir yerden sonra günümüzle buluşuyor. A, seyahatlerinden ve film çekimlerinden dolayı ailesine ilgi gösterememiş, bu yüzden karısıyla boşanmış ve şimdi de kızı Eleni’yi ihmâl eden bir yönetmen. Sevgisizlik ve yalnızlık çeken küçük Eleni intihar etmeyi deniyor bir yerden sonra. Film içinde film olan “I Skoni tou Hronou-Zamanın Tozu”nda bir yerde buluşacak farklı hikâyeler iç içe geçerek insana uzun bir yolculuk duygusu yaşatıyor. Geçmiş zamandan yansıyan anlarda Eleni, Spiros’un izini kaybeder. Sonra da Sibirya’da tanıştığı Jacob’la beraber olmaya başlar Eleni. Aslında bu film, bir kadınla iki erkeğin, Eleni, Spiros ve Jacob’un büyük aşkının da destanı sanki. Komünist Spiros, Yunanistan’daki iç savaşı kazanan faşistlere yakalanmamak için Eleni’yle beraber kendilerini sürgüne göndermişler. Sürgüne gitmeselerdi, faşistlerin eline geçip vahşice öleceklerdi belki. Dramlar hayatlarını kuşatıyor bu filmdeki karakterlerin. Eleni ve Yahudi Jacob, 1974 yılında Sibirya’dan Avrupa’ya geçiyorlar. Jacob, Eleni’yi bırakamıyor. A, Vietnam Savaşı’na gitmemek için şimdi Kanada’ya sığınmış. Eleni, oğlunu Kanada’da buluyor gerçeküstücü bir anda, sisler içinde. Sonra da hikâye günümüze, 1999 yılına tümüyle geliyor. Eleni, Spiros ve Jacob artık yaşlanmışlar. Aşklarıysa her daim bahar gibi. Jacob’un Eleni’ye derin tutkusunu da perdeden hissediyorsunuz. Belki de Jacob’un final bölümündeki trajedisi de anlamlaşıyordur böylece. Üçlemenin ilk filmi 2004 yapımı “Trilogia: To Livadi pou Dakryzei-Ağlayan Çayır”da, diasporadaki Yunanlıların 1. Dünya Savaşı sonrası Yunanistan’da göçmen durumuna düşmelerini etkileyici şiirsel bir görsellikle perdeye yansıtan Angelopoulos, üçlemenin ikinci filminde 2. Dünya Savaşı’nın ardından Yunanistan’daki iç savaşta faşistlere yenilen komünistlere bakmış Spiros ve Eleni’nin dramını öne çıkartarak.

    Birçok şeye aşk…

    Yunanlı büyük usta Angelopoulos’un bu filmi sanki hatıralara, aşka, Berlin’e, Sibirya’ya, Cinecitta’ya ve sinemaya adanmış. Filmde hikâyeler, hem geçmiş zamanda hem de şimdiki zamanda yoğunlukla Aralık ayında geçiyor. Yeni yıllar, yeni devirler Aralık ayını geride bırakıp geliyorlar. Filmin büyük bölümü Berlin’de geçerken Sibirya da mekân sunmuş bu filme. Bu filmin ağırlıklı olarak Berlin’de geçmesinin simgesel anlamları var. Sosyalizmin yıkılışı Berlin Duvarı’yla simgeleşmişti çünkü. Angelopoulos’un Berlin’e aşkı fark ediliyor perdede. Bu gri Berlin, ölümün ve yenilenmenin bir şehri gibi. Angelopoulos’un bu filminde insanın belleğine oturacak sahneler, anlar ve mekânlar var. Rusya’da bir an düşer perdeye: Karlar altında Eleni önde, Spiros arkada tramvaya doğru yürürler. Tramvaya binerler. Angelopoulos, bu anda tramvayın içinde kamerasıyla yolculuk yaptırıyor sanki seyircisine. Karların kuşattığı şehri tramvayın içinden gösteren yönetmen dışarıdaki kalabalığı da takip eder, devasa Stalin heykeli görünür ve dışarıdaki kalabalık bir yerde toplanır, sonra bir ses “Stalin öldü” der. Ardından tramvay duruverir. Bu sahne, sinemada kolay unutulmaz anlardan biriydi. Angelopoulos, 1995 yapımı “To Vlemma tou Odyssea-Ulis’in Bakışı” filminde Lenin’in parçalara ayrılmış devasa heykelinin nehirde şileple taşınmasını uzun bir sekansla göstermişti. Kimi sinemaseveri, Eleni’nin Sibirya’dan yansıyan anları büyüleyecek belki. Ahşap merdivenlerden yavaş yavaş yukarıya doğru çıkan insanlar unutulmaz bir fotoğraf anı bırakacak belleklerde belki. Berlin’de torun Eleni’nin intihar etmek istediği enkaza dönüşmüş binadan yansıyan evsiz insanların trajik umutsuzluğu da insanların yüreğine oturacak belki. Angelopoulos’un filmlerinde sürgün olma, yolculuklar, göçmenler, sığınmacılar, evsizler, geleceksizler var çoğunlukla. 1998 yapımı “Mia Aioniotita kai Mia Mera-Sonsuzluk ve Bir Gün” filminde de çocuk kaçakçılığı yansımıştı perdeye. Eleni Karaindrou’nun insanın ruhunun derinlikliklerine inen müzikleriyle 1991 yapımı “To Meteoro Vima tou Pelargou-Leyleğin Geciken Adımı” filminde de mültecileri anlattı Anglelopoulos. Almanya’da yaşayan babalarını bulmak için yollara düşen biri kız, diğeri erkek iki küçük kardeşin trajedilerini anlattığı 1988 yapımı “Topio Stin Omichli-Puslu Manzaralar” da yüreklere oturan bir filmdi. On yaşındaki kız çocuğunun trajedisi insanı gerçek anlamda sarsıyordu. Angelopoulos’un birkaç filminde başkarakterlerin adı hep Spiros’tu bir de. 1984 yapımı “Taxidi sta Kythira-Kitara’ya Yolculuk” filminde Spiros vardı ilk defa. Hemen sonra 1986 yapımı “O Melissokomos-Arıcı”da Marcello Matroianni’nin canlandırdığı karakter de Spiros’tu. Belki şu da ilginç gelebilir: “Ulis’in Bakışı” filminde de bir Yunan asıllı Amerikalı yönetmen vardı ve adı da “A”ydı. Kamerayla şiir yazan bu yönetmenin filmlerinin peşine düşmek gerekiyor.

    (02 Aralık 2009)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com

    Sinema Yazarı ve Belgeselci Mesut Kara’nın Sinema Blogu Yayında

    Geçtiğimiz yıl beyin damarlarındaki tıkanmayla oluşan ödem sonucu felç geçiren sinema yazarı ve belgeselci Mesut Kara, hayata ve çalışmalarına kaldığı yerden devam ediyor. Felcin sol elinde bıraktığı hasara karşın Mesut Kara, kullanabildiği tek eliyle yarım kalan çalışmalarını ve projelerini hayata geçirmeye, tamamlamaya başladı. http://yesilcamhatirasi.blogspot.com/ adresindeki blogunda birikmiş ve yeni yazılarının yanı sıra belgesel çalışmaları da yer alıyor.

  • Basın Bülteni
  • Mesut Kara blogu için tıklayınız, fotoğrafları için tıklayınız.
  • Mehtap TV Perdeler Programı’na Bu Hafta Natali Yeres Konuk Oluyor

    Yapımcılığını Cem Güler’in yaptığı Mehtap TV, Perdeler Programı’na bu hafta, Türk sinemasında son dönemde çekilen birçok filmin sanat yönetmenliğini üstlenmiş olan Natali Yeres konuk oluyor. Natali Yeres’le, sanat yönetmenliği üzerine yapılan keyifli söyleşi ekrana geliyor. Gösterimler bölümünde ise 3 film var. İlk film yakında vizyona girecek olan İngilizlerin meşhur karakteriyle aynı adı taşıyan yapım, Sherlock Holmes. Diğer filmler olarak ise, dünya sinemasını tarz olarak derinden etkileyecek, Yeni Yıl Şarkısı ve Hollywood’un listeleri alt üst eden kıyamet filmi 2012′nin fragmanları ekrana geliyor. Perdeler Programı, Cumartesi günü saat 12:30’da Mehtap TV’de.

  • Basın Bülteni
  • Natali Yeres fotoğrafları için tıklayınız.
  • Balkan Fonu’ndan “Portakal Bahçeleri”ne Senaryo Geliştirme Ödülü

    Özkan Küçük’ün Portakal Bahçeleri isimli film projesi 50. Uluslararası Selanik Film Festivali kapsamında gerçekleştirilen Balkan Fonu Senaryo Geliştirme Atölyesi’nde en iyi üç projeden biri seçildi. 14-16 Kasım tarihlerinde bu yıl yedincisi gerçekleştirilen atölyeye sekiz ülkeden dokuz proje seçilmişti. Mezopotamya Sinema Kolektifi yapımı Portakal Bahçeleri projesi, Romanya’dan katılan Romen Baharı ve Sırbistan’dan katılan Asfaltın Annesi ile birlikte ödüle lâyık görülen üç projeden biri oldu.

  • Basın Bülteni