Göklerin Avaresi Amelia

Amelia
Yönetmen: Mira Nair
Eserler: Susan Butler-Mary S. Lovell
Senaryo: Ronald Bass-Anna Hamilton Phelan
Müzik: Gabriel Yared
Kurgu: Allyson C. Johnson-Lee Percy
Görüntü: Stuart Dryburgh
Oyuncular: Hilary Swank (Amelia), Richard Gere (George), Ewan McGregor (Gene), Christopher Eccleston (Fred)
Yapım: Fox Searchlight (2009)

Amerikalı büyük kadın pilotlardan Amelia Earhart’ın hayatının bir bölümünü perdeye yansıtan “Amelia” filmi, tipik bir biyografi filmi değil. Film, yaratıcı kurgusuyla Amelia Earhart’ın ruhunu ve dönemin atmosferini perdededen yansıtabiliyor.

Hintli kadın yönetmen, tarihin önemli kadın pilotlarından Amelia Earhart’ın hayatının bir bölümünü anlattığı “Amelia”, karakterleri ve atmosferleri iyi yansıtan bir film. Nair, düz anlatım yerine geçmişle şimdiki zaman arasında gidip gelerek dinamik bir anlatıma ulaşabiliyor. Bu sinemaskop filmin dayandığı iki kitap var. İlki Susan Butler’ın “East to the Dawn” (Şafağın Doğusu). Diğeriyse Mary S. Lovell’ın “The Sound of Wings” (Kanatların Sesi). Kendisine “göklerin avaresi” diyen Kansaslı Amelia Earhart’ın göklere adanmış hayatı yine göklerde son buluyor 1937 yılında. 1897’de Kansas’ta doğan Amelia Earhart, Atlantik Okyanusu’nu, yani Atlas Okyanusu’nu 1932 yılında geçen ilk kadın pilottu. Alkolik olan meslektaşı Fred Noonan’la uçakla dünya turuna çıkan Amelia Earhart, büyük bir ihmalkârlığın kurbanı oldu ve Pasifik Okyanusu’na, yani Büyük Okyanus’a çakıldı. Tüm aramalara rağmen Amelia ve Fred’in cesetleri bulunamadı. 1939 yılında da öldükleri resmen ilân edildi. Amelia Earhart’a bu filmde hayat veren önemli oyunculardan Hilary Swank, tıpkı Amelia Earhart gibi. Hilary Swank, gerçekten hem bu filmin hem de yönetmenin büyük bir şansı olmuş. Hilary Swank, bu büyük kadın pilota benzemekle kalmamış onun ruhunu da yaşatmış perdede.

Etkileyici Amelia…

Film, 1937 yılında açılıyor. Amelia ve Fred, uçakla büyük dünya turu için yola çıkıyorlar. Film, 1928 yılına, Amelia’yla George Putnam’ın tanışmasına dönüyor. Atlantik’i geçmek için uçakta gözlemci olacak Amelia izlenimlerini de kitap haline getiriyor. George, bu türden işleri organize eden bir insan. Amelia ve başka pilotlara sponsor bulurken, onları da pazarlamış oluyor. İşte bu işbirliğinden bir aşk da doğuyor gecikmeden. Hatta bu aşk evliliğe kadar da uzanıyor. Ama, Amelia özgür ve evliliğin pilotluğunu engellememesi için de George’la neredeyse bir anlaşma yapıyor. Hikâyeye bir de uçuş öğretmeni Gene Vidal giriyor. Gene’in varlığı aşk üçgenini de yaratıyor bu hikâyede. Ama, kazanan aşk oluyor sonunda. Küçük sapmalar, Amelia ve George gibi büyük aşıkların aşklarına gölge düşüremiyor. Amelia Earhart, güçlü bir kadın. Göklerin tutkusu komplekslerini de almış. Bu kadar etkileyici ve güçlü bir kadını aşık yapabilen erkeklere de övgü göndermeli. Onlar da komplekslerini yenmişler bir anlamda. Atlantik’i tek başına geçen Amelia’nın en büyük rüyası uçakla dünya turuna çıkabilmek. Yavaş yavaş da bu rüyasına doğru ilerliyor. Aslında bu rüya onun trajedisi. Uzun final bölümünde Amelia ve Fred’in küçücük bir ihmâl yüzünden ölüme uçtuklarını anlıyorsunuz.

Filmin müzikleri de insanı etkiliyor. Ama en etkileyici şey de tabii ki görüntüler. Kamera sanki gökyüzünde uçaklarla beraber akrobasi yapıyor bu filmde. Gökyüzündeki uçaklı çekimlerin Blake Edwards ustanın 1970 yapımı “Darling Lili-Sevgili Lili” filmindeki kadar heyecan verici olduğunu söyleyebiliriz. Yönetmen Nair’in bu filminde bir heyecan verici şey de filmin kurgusuydu. Yönetmen, hiçbir şeyi düz bir çizgide anlatmıyor bu filminde. Zamanlar arasında gidip gelirken seyirci zihinsel anlamda da yorgunluk yaşamıyor. Hikâye olarak da her şey birbirini tamamlıyor filmde. Yönetmen bazı bölümlerde siyah-beyaz belgesel görünterler de kullanmış. Hilary Swank, bütün büyük oyuncularda olan o şeyi bu filmde de yapıyor ve Amelia Earhart’ın ruhunu bir eldiven gibi üzerine geçiriyor. Richard Gere’nin George karakteri güçlü bir kadının karşısında ne yapacağını şaşırmış gibi. Sonra da bu güçlü kadının arkasında kalmayı kabûlleniyor ve fark ettirmeden de onu koruyor George. Hint sinemasının armağan ettiği Mira Nair etkileyiciliğini bu filminde de sürdürüyor ve Hollywood’un saygısını kazanıyor.

(06 Ocak 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Hep Ustaları Olan Sinema: Japon Sineması

Uzakdoğu sineması deyince akla gelen Bruce Lee ve Jimmy Wang Yu’nun oynadığı karate filmleriydi. 1980’lerin ortasından sonra Japonya’dan gelen iki film, en azından bize Uzakdoğu’nun sinemasını tanıttı. İlki Shohei İmamura’nın 1983 yapımı “Narayama Türküsü”, diğeriyse yine 1983 yapımı “Furyo” filmiydi. Japonya, 2010 yılını “Türkiye’de Japon Yılı” olarak ilân etti. Çağdaş Japon sinemasının yönetmenleri aracılığıyla biz de bu saygın çabaya katkıda bulunmak istedik.

Shohei Imamura (1926-2006), bir bilim insanı gözlemciliği ve araştırmacılığıyla filmlerini yaratan bir yönetmendi. 1983 yapımı “Narayama Bushikô-Narayama Türküsü”, dünya sineması içerisinde de önemli bir yere sahip. Bu filmin ilk çevrimi 1958’de Keisuke Kinoshita (1912-1998) tarafından renkli ve sinemaskop çekildi. İlk filme, 2. Dünya Savaşı sonrası Japon halkınının ideolojik duygu karmaşası deniliyordu. İkinci çevrimde (remake) yönetmen Imamura, insana dair her şeyi bilimsel bir gözle yansıtıyordu. Bu iki film de Shichirô Fukazawa’nın “Tohoku’nun Erkekleri” romanından uyarlandı. Yönetmen, doğa, insan ve tüm canlıları keşfettirici biçimde perdeye aktarırken, insanın içini burkan birkaç hikâyeyi de iç içe anlatıyordu. Narayama Dağı’nın eteklerinde oturan köylülerin geleneği anlatılıyordu filmde. 19. yüzyıldı dönem. Köylüler yoksuldu. Mahsülleri azdı. Kışlar sertti. İhtiyarların biraz daha uzun yaşaması aileler için bir kâbustu. Çünkü, ihtiyarlar çalışamıyorlar ve sadece tüketiyorlardı. Filmde anlatılan bir yaşlı ninenin dişleri gençler kadar sağlamdı. Elbette sofrada gençler kadar yemek yiyordu. Köyün geleneklerine göre ecelleriyle ölmeyen ihtiyarlar, Narayama’nın karlı tepelerinde tek başına bırakılıyor ve ölüme terk ediliyordu. Filmde, birkaç kişinin hikâyesi de öne çıkıyordu. Köyün gençlerinden birinin nefesi kokuyor ve hiçbir kadın onunla evlenmek istemiyordu. Diğer taraftaysa, ölmek üzere olan bir ihtiyar adam, genç karısına kendisi öldükten sonra köyün tüm erkekleriyle yatmasını vasiyet ediyordu. Elbette bu filmde geleneklerle beraber doğa da başroldeydi.

Nagisa Oshima’nın 1983 yapımı “Senjou no Merii Kurisumasu/Merry Christmas Mr. Lawrence-Furyo” filmi, İkinci Dünya Savaşı’nda Java Adası’ndaki bir Japon esir kampında geçiyordu. Esirler İngilizdi. Kampın komutanı Yonoi, İngiliz binbaşı Jack’e aşık oluyor, ama bunu kendine bile itiraf edemiyordu. Etkili bir sinema dili olan filmde, hem savaş hem de erkekler dünyası gözlemci bir bakışla yansıtılıyordu. Filmde iki ünlü müzisyen vardı. Japonların büyük müzisyeni Ryuichi Sakamoto, Yonoi komposizyonuyla belleklerde yer edinirken, David Bowie de Jack karakterine derinlik katıyordu. Filmde, çavuş Gengo Hara rolüyle görünen Takashi Kitano da vardı. 1932’de Kyoto’da doğan Oshima, Japon sinemasının yaşayan önemli yönetmenlerinden. Oshima’nın 1999 yapımı “Gohatto/Taboo-Tabu” filminde eşcinsellik olgusu daha açık yansıtılıyordu.

2004 yapımı “Sekai no Chushin de, ai o Sakebu-Dünyanın Orta Yerinde Aşk İçin Ağlıyorum” filmi, aşkın en melodramatik anlatımlarından biriydi. 1968 doğumlu yönetmen Isao Yukisada, iki gencin aşkını batılıların da anlayabilmesi için alabildiğine melodramatik bir biçimde anlattı. Yıllar önce terk ettiği şehre geri dönen genç adam Saku, geçmişteki en büyük aşkı güzel Aki’nin mezarına gidiyordu. Sonra da onunla yaşadığı anları anımsıyordu. Kız lösemiden ölmüştür. Saku, Aki’nin küllerini “dünyanın orta yeri” dedikleri Oberjinlerin ülkesinde rüzgâra savurmuştur. Çünkü bu Aki’nin vasiyetidir ona. Japon yönetmenin filminin görselliği ve kurgusu gerçekten sağlamdı.

Takashi Kitano ruhu…

Japon sinemasında Takashi Kitano’ya “Bito”, yani “Beat” diyorlar. 1947’de Tokyo’da doğan Kitano aktörlük, senaryo yazarlığı ve yönetmenlik yapıyor. Kitano, sinemasında, içerik ve biçim olarak farklı alıştırmalar da yapan bir yönetmen. Kitano’nun 2002’de “Dolls-Bebekler”iyle 2003’te “Zatôichi”si, sinema dili olarak birbirine çok uzak filmlerdi. “Bebekler”de, tema olarak aşkı anlattı yönetmen. Ama, öyle heyecan verici anlattı ki, seyirci zaman zaman aşkın şiddetinden ürktü. Aşkın gözle görülmeyen ruhani bir şiddeti olduğu fark ettiriliyordu. Bir melânkoli, bir zihinsel sapma ve belki de en yakıcı duyguydu aşk. Kitano, filminde ayrıntılar dışında üç hikâyeyi iç içe geçirerek anlatmıştı bu filminde. Hikâyenin ilki, tedavi edilemez bir sevdaydı. Sevgilisinin bir başka kızla evleneceğini öğrenen genç kız aşkın ince hastalığına yakalanıyordu. Sevdiği kızın akıl hastanesinde olduğunu öğrenen genç adam, sevdiği kızı alır ve beraber yollara düşerler. Yazlar, kışlar, baharlar geçer. Karlar, bir çöldür sevdaları üzerinde. Bu bölümde sanki “Leyla ile Mecnun” hikâyesini anlatıyordu Kitano. İkinci hikâyede bir Yakuza’yı anlattı yönetmen. Yakuza, yoksul gençliğinde bir kıza aşık olmuş. Bu genç kız, aşık olduğu gence her öğlen yemek getirmiş. Genç adam ortadan kaybolsa da kadın yıllarca ona her öğlen yemek getirmeyi sürdürmüş. Yakuza, geçmişinde bıraktığı kızı anımsıyor birden. O yere gidiyor. Artık ikisi de yaşlanmıştır. Üçüncü hikâyede de tutkulu ve umutsuz bir aşk vardı. Bir genç, hayranı olduğu bir pop şarkıcısı genç kadına tutku ötesi bağlanır. Üç hikâyede de farklı trajedi yansıyordu perdeye.

Kitano’nun Kan Shimosawa’nın romanından uyarladığı “Zatôichi” filminde şiddet kelimesi belki masum kalıyordu. Neredeyse bu film, bir şiddet ayini, bir şiddet kutsaması, stilize edilmiş bir şiddet tapınmasıydı. 19. yüzyıl Japonyası… Derebeylik ve samurayların son dönemleri. Plâtin saçlı kör masajcı usta Zatôichi (Kitano), kasaba kasaba dolaşırken, yolda tanıştığı Oume’nin (Michiyo Ookusu) iyiliğiyle karşılaşır. Evinde kalır, yemek yer, çay içer. Bastonunu kılıcına kın yapmış Zatôichi’nin hayattaki tek eğlencesi kumar. O, iyi biri, ama yine de her şeye mesafeli duruyor ve bu da ona karizma katar bir bakıma. Gözleri görmeyen Zatôichi, dokunma ve koku duyularıyla hayatta kalmayı başarabiliyor. Birçok şeyin sonunun yaklaştığı bu devirde (bir yerde tabanca görülüyor), kasaba tam anlamıyla bir kan gölüne dönüşüyor. Çünkü yükselen değer çeteciliktir. Oume’nin yeğeni Shinkichi de (Gadarukanaru Taka), Zatôichi ve teyzesi Oume gibi iyiler tarafında. Başkaları da var. On yıl önce zengin Naruta ailesi, sonradan Ginzo çetesi tarafından yok edilir, ama iki çocuk kurtulur bu katliamdan: Osei (Daigorô Tachibana) ve abla Okino (Yûko Daike)… Kız gibi görünen, kız gibi giyinen Osei, erkekleri kendine çekiyor hep. On yıl sonra abla-kardeş, birer geyşa olarak çeteden intikam almaya çalışırken Zatôichi’yle yolları buluşuyor. İki büyük çete, kasaba esnafını haraca bağlamış. Ginzo ve Ozi çetelerinin kılıçlarının şiddeti kasabayı sindirmiş. Elbette çetelerarası iktidar savaşları da var. Bunlarla beraber hikâyeye son samuraylardan Hattori de giriyor. İşsiz samuray olan Hattori, artık bir “ronin”dir. Hattori (Tadanobu Asano), hasta karısını (Yui Natsukawa) iyileştirebilmek için Ginzo’nun (Ittoku Kishibe) çetesine koruma olarak girer ve şiddet giderek çoğalır kasabada. “Zatôichi”, sinemanın “kanlı tarihi”nde sağlam yerini aldı belki de. Kitano yavaş çekimleriyle sanki kan hücrelerini göstermeye çalışmıştı. Kitano’nun gördüğümüz filmleri içinde herhalde biçim dilini en öne çıkaran stilizasyon gösterisiydi bu. Kamera açı ve ölçekleriyle beraber, kameranın kendisi de stil alıştırmaları yapıyordu filmde. Bazı anlarda seyirci gibi mekândaki durumlara, insanlara belli bir mesafede duran kamera, öznenin dışına çıkıp sağa-sola özgürce çevrinerek uzaktan, şimdi yaşadığımız dönemden o döneme bakıldığını hissettiriyordu. Bu kameranın ruhu var gibiydi. Dipte duyulan müzikler de canlıydı. Yönetmen, sıkça “geriye dönüş”lere başvuruyordu. Bu da filme eski usül modernliğin tadını veriyordu. Bir de yağmurlu “an”lar vardı ve sanki Akira Kurosawa’nın ruhu dolaşıyordu o anlarda. Finaldeki step dansı belki de filmin en rahatlatıcı anıydı.

Unutulmaz Tony Takitani…

Bu film tek kelimeyle özetlenseydi şu denilebilirdi belki: Yapayalnızlık… Jun Ichikawa’nın (1948-2008) 2004 yapımı “Tony Takitani”si, içine girip dolaşılması kolay olmayan filmlerdendi. II. Dünya Savaşı sonrası Japon edebiyatının önemli adlarından olduğu söylenen Haruki Murakami’nin, bırakın sinemaya uyarlamayı, imgelerin zihinde zor oluştuğu hikâyesinden çekilmiş bir filmdi bu. Filmde, savaş sonrası Japonya’da, Amerika’nın varlığı her anlamda hissediliyordu. Bu toplumda hem geleneksellik, hem de modernlik var. İkisinin arasında kalan toplumda batıya özgü yalnızlıklar ve iletişimsizler de yıllar içerisinde kendini göstermiş. Japonlara savaş sonrasından günümüze bir bakış yapan filmde, yalnızlık ve boşluk duygusu kendini hissettiriyordu. Belki de yabancılaşmanın derin boyutlarıydı bunlar. İtalyan usta Michelangelo Antonioni’nin filmlerinde fark edilebilen iletişimsizliğe karışmış yapayalnızlığı anlatıyordu Japon yönetmen. Sinemasever için gerçek anlamda zorlu bir yolculuktu bu. Modern Japon toplumunun varoluşçuluğuydu sanki bu. Her şeyden geriye kalansa sadece boşluk ve yalnızlıktı. Ön jenerik sürerken görüntü kumların üzerine açılıyor ve dipte de Ryuchi Sakamoto’nun piyano tınıları duyuluyordu. Kamera, sağa doğru yavaşça çevriniyordu. İlkokuldaki Tony, resim dersinde çiçeği çizmek yerine kendi gördüğü ayrıtıyı vurgulayarak öğretmenini şaşırtıyordu. Sonra da seyirciyi şaşırtıyordu Tony Takitani. Sonra yönetmen, Tony’nin babasının kısa tarihini gösteriyordu. Baba Shozaburo, bir cazcı. Grupta trombon çalıyor. Grubuyla birçok Asya ülkesini dolaşıyor. Baba yabancı bir ülkede tutuklanıyor. Birkaç yıl hücrede kalıyor. Tesadüfen ölmüyor ve savaş sonrası Japonya’ya dönebiliyor. Evleniyor. Bir oğlu oluyor. Karısı ölüyor. Dostu olan bir Amerikalı albayın ricasını kırmayarak oğluna Tony adını veriyor Shozaburo. Adı Amerikalı, soyadı Japon Tony Takitani, büyüyor ve ressam oluyor. Yönetmenin, ilkokuldaki resim dersinde fark ettirdiği bir şey Tony’nin hayatta ilerlemesine ve iyi yaşamasını sağlıyor. Makineler üzerinde kendisini geliştiren Tony, çoğu kimsenin farkına varmadığı ayrıntıları görerek bambaşka bir perspektif oluşturuyor. Elbette, bu durağan ve sıradan hayatın içine başkaları da giriyor. Konsuma Oiko gibi. Güzel Konsuma, Tony’yle birkaç defa çıkıyor ve sonra da onunla evleniyor. Aralarında da on beş yaş fark var. İkisinin bir hayatı paylaşmaları, hayatlarındaki yalnızlıkları ve boşlukları dolduramıyor. Konsuma, elbise ve ayakkabı alma takıntılı. Bu bir tüketimden çok, hayatındaki boşluk duygusunu doldurmak için. Tony’yse ilelebet yalnız biri. Hayatına, evliliğin ilk dönemlerinde coşku gelse bile yine de yalnızın biri o. Elbiselerini satın aldığı bazı yerlere geri iade eden Kosuma, eğer fikrini değiştirip dönmeseydi ikisinin kaderi nasıl olurdu? Kazadaki ölüm, Tony’ye yalnızlığının yanında boşluğu da ekliyor. Karısının ikizi gibi olan Hisako’ya elbiselerini giymesini söyleyen Tony, karısının bıraktığı boşluğu doldurmak istiyordu. Sonra karısının tüm elbiselerini ikinci el mal alanlara satan Tony’nin cazcı babası da ölüyordu. Ondan da geriye kalan caz plâkları. Onları da elinden çıkaran Tony, birkaç yıl şehri terk ediyor ve sonra şehre geri dönüyordu. Hemen Hisako’yu arasa da kader yollarını birleştirecek miydi? Sinemaseverler bu filmde bambaşka bir estetikle karşılaşıyordu. Yer yer deneysel bir estetikti bu. Kameranın sağa doğru yavaşça kayışı ve hep duvarlarla buluşması, sonra da başka mekânlara ve zamanlara geçmesi yaratıcılığın üst noktasıydı sanki. Yönetmen, sadece bir sahnede farklı davranıyordu. Bunun böyle olmasının cevabını finalde gösteriyordu yönetmen. Bir de, iki defa da kararma tekniği kullanmıştı yönetmen Ichikawa. Bazı şeylerin imkânsız olduğunu göstermek için belki de. Bu, bir iç dünya-iç mekân filminde diyaloglar da çok azdı. Sürekli bir anlatıcı (yazar / yönetmen), her şeyi ayrıntılı bir dille anlatıyordu seyirciye.

Akira Kurosawa bambaşka…

Japon sinemasının imparatoru olarak anılan Akira Kurosawa 1910 yılında Tokyo’da doğdu, 1998 yılında öldü. Ağabeyinin önerileriyle birçok sinema klâsiğini izleme fırsatı bulan Kurosawa, bu sırada resim de çiziyordu. Ağabeyinin erken yaşta intiharıyla büyük bir sarsıntıya uğrayan Kurosawa bir süre sonra yardımcı yönetmen olarak sinemaya başladı. Hidesuke Takizawa, Kajiro Yamamoto, Mikio Naruse gibi dönemin tanınmış yönetmenlerinin asistanlığını yapan Kurosawa, ilk filmi “Sugata Sanjiro-Büyük Judo Efsanesi”ni 1943 yılında yönetti. Onu Batı dünyasına tanıtacak yapıtı, Venedik Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü alan 1950’de çevirdiği “Rashomon-Raşomon”du. Ardından da, Dostoyevski uyarlaması “Hakuchi-Budala” (1951), “Shichinin no Samurai-Yedi Samuray” (1954), Shakespeare uyarlaması “Kumonosu Jo-Kanlı Taht” (1957), Gorki uyarlaması “Donzoko-Ayaktakımı Arasında” (1957), “Yojimbo-Koruyucu” (1961) adlı filmleri yönetti. Yönetmenin son dönem çalışmaları olarak “Kagemusha-Gölge Samuray” (1980), yine bir Shakespeare uyarlaması olan ve bir dalda Oscar kazanan “Ran-Güneş İmaparatorluğu” (1985), “Yume-Düşler” (1990), “Hachi-Gatsu no Kyoshikyoku-Ağustosta Rapsodi” (1991) sayılabilir.

“Ran…”

Lord Hidetora Ichimonji, topraklarını oğulları Taro Takatora Ichimonji, Jiro Masatora Ichimonji ve Saburo Naotora Ichimonji arasında paylaştırdıktan sonra huzur içinde köşesine çekilmeyi istiyor. Film, 16. yüzyıldan gelen bir Japon efsanesinden yola çıkılarak çekilse de yönetmen Kurosawa, Shakespeare’in “Kral Lear” oyunundan da esinlenmişti. Shakespeare’le Kurosawa arasındaki en temel fark üç kızın erkek çocuklarına dönüşmesiydi. 1985 yapımı “Ran-Güneş İmparatorluğu”nda, geleneksel No Tiyatrosu’nun makyajlarından da yararlanılmıştı. Bu epik film, aynı zamanda insanlık durumlarını ve trajedilerini de çok iyi yansıtıyordu. Lord, kanlı savaşlarla elde ettiği toprakları üç oğlu arasında paylaştırmaya başlıyordu. Oğullarından kendisine sadakat yemini etmesini istiyordu Lord. İlk ikisi hemen yemini kabûl ediyorlardı. Üçüncü oğlan Saburo Naotora yemini kabûl etmiyordu. Baba, tüm öfkesini bu küçük oğlundan çıkarıyordu sonra. Ama, hatasını anlamakta da gecikmiyordu Lord. Kardeşler arasında savaşlar çıkıyordu çünkü. Senaryoyu yönetmen Kurosawa’yla beraber Masato Ide ve Hideo Ogini yazmışlardı. Yönetmen üç kameraman kullanmıştı: Asakazu Nakai, Takao Saito ve Masaharu Ueda. Müziklerse Toru Takemitsu’nundu. 1985 yapımı filmin süresi 160 dakikaydı.

“Raşomon…”

Hikâye, dokuzuncu yüzyılın Japonyası’nda geçiyordu. İç savaş ve kıtlık zamanlarıydı. Bir oduncu, bir hizmetkâr ve bir budist rahip, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan korunmak için bir harabeye sığınırlar. Oduncu, ormanda bulduğu bir cesetle ilgili bir hikâye anlatır. Daha sonra, olaya bir şekilde karışmış dört kahramanın, mahkemedeki ifadeleri aracılığıyla, oduncunun anlattığı hikâyenin dört farklı yorumuyla karşılaşıyordu seyirci. Herkes bilerek veya bilmeyerek, olayı kendine göre yorumluyor ve aynı olay her anlatanın ağzında bambaşka bir görünüm alıyordu. Basit bir hikâyeden yola çıkan, bunu anlatırken dünyada insan olma halinin çeşitli yönlerine değinen, bir karabasan içinde yaşandığını gösteren, yine de yeni doğan bebekte bir umut arayarak noktalanan sinema tarihinin önemli filmlerinden biriydi 1950 yapımıydı siyah-beyaz “Rashomon-Raşomon…” Filmdeki en önemli şeylerden biri, gerçeğin bakış açılarına ve yorumlarına göre değiştiğini fark ettirmesiydi. Ryunosuke Akutagawa’nın hikâyesinden Kurosawa ve Shinobu Hashimoto’nun senaryosunu yazdıkları bu önemli filmin görüntüleri Kazuo Miyagawa’ya aitti. Müziklerse Fumio Hayasaka’nındı.

“Yedi Samuray…”

1954 yapımı ve tam 208 dakika süren “Shichinin no Samurai-Yedi Samuray”, Kurosawa’“Raşomon”un ardından adını batıda ölümsüzleştirdi. Filmde hikâye usul usul gelişiyordu ve seyirci kendini birdenbire o muhteşem atmosferin içerisinde buluveriyordu. Bu siyah-beyaz film, Kurosawa’nın Japonya tarihinde en hoşlandığı dönem 16. yüzyılda geçiyordu. Karakterlerin işlenişi, mekânların yansıyışı ve estetik yoğunluğuyla bu film, sinema sanatına bir armağandı. Bu klâsikte, fakir bir köy, hasat zamanı eşkiyaların saldırısı uğruyordu hep. Köylüler, boğaz tokluğuna dövüşecek yedi samuray bulmaya karar veriyorlardı. Efendisi olmayan yedi samuray, 16. yüzyılın kaos ortamında bu fakir insanların köyünü koruyorlar, onları eğitiyorlar ve eşkiyâlara karşı savaşıyorlardı. Bu filmle, hem Japon kültürünü, hem de samuray ruhunu çok iyi anlatıyordu Kurosawa usta. Senaryoyu Kurosawa’yla beraber Shinobu Hashimoto ve Hideo Oguni yazmışlardı. Müziklerse Fumio Hayasaka’ya aitti. Kameraman da Asakazu Nakai’ydi.

(05 Ocak 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Hafta Sonu En Çok İzlenen Türk Filmi d@bbe 2

Türk filmleri arasında gişe rekabetinin kızıştığı son dönemde, d@bbe 2 iyi bir başlangıç yaptı, hafta sonu 71.405 kişi tarafından izlenerek Avatar’ın ardından ikinci oldu. Filmdeki İstanbul kıyamet sahnelerinde, Sultanahmet Camii ve Ayasofya’nın yanma-yıkılma görüntüleri bir tartışmayı beraberinde getirdi. Bu görüntülerden çok etkilendiklerini dile getiren kişilerin, camilerin yanma yıkılma olayını kabûllenemediklerini filmin yönetmeni Hasan Karacadağ’a iletmeleri üzerine yönetmen konu hakkında açıklama yaptı.