İstanbul’da Bir Facia-i Aşk / Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli / Böyle Gelmiş Böyle Gitmez / Şişli Güzeli Mediha Hanım

Muhsin Ertuğrul, ilk özel yapımevimiz olan Kemal Film adına 1922 yılında ülkemizdeki ilk filmini, gerçek bir olaydan hareketle, senaryosunu da yazarak çeker: İstanbul’da Bir Facia-i Aşk (Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli).

Kemal, Sultanahmet’te rastladığı eski bir arkadaşı olan Ali’ye, bir zevk düşkünü kadın yolunda uğradığı yıkımı anlatırken, bu kadın yeni bir aşığı ile arabaya binmiş yanlarından geçer. Kemal kadını unutamamıştır. Mediha’nın yeni aşığı Sadi’dir. Taşrada bıraktığı eşi, annesi ve çocuklarını bu kadın unutmuşa benzemektedir.

Annesi İstanbul’a gelir ve onu uyarmaya çalışır. Ama Sadi, bundan etkilenmez. Üzgün annenin çıktığı kapıya düşkün bir adam yaklaşır: Bu Kemal’dir. Bilmeden eski sevgilisinin metres olarak yaşadığı eve gelmiştir.

Evin aşçıbaşısı ona acır, mutfağa alır, bir şeyler yedirir. Mediha, Kemal’i görür, perişan ettiği erkeğe kahkahalarla güler. Fakat Kemal açtır ve açlığı gururunu yener. Evin sahibi merhametli bir adamdır. Kemal’i eve uşak olarak alır. Mediha da buna sesini çıkarmaz. Ancak Kemal, Mediha ile birlikte yaşadığı Ziynet’in Sadi’ye bir komplo hazırladıklarını anlayınca, artık eski sevgilisini falan unutup bu nankör kadınları ele vererek, hem Sadi’yi kurtarmak, hem de intikamını almak ister; ama ondan evvel bu ihtimali düşünen kadınlar, onu, Sadi’ye kendilerine göz dikmiş biri olarak tanıtmayı ve evden kovulmasını sağlamayı başarırlar.

O akşam Boğaz’ın bir bahçesinde yiyip içtikten sonra bir otomobille eve dönmekte olan Sadi ve kadınlar belli bir noktada durdukları sırada saldırıya uğrayıp öldürülürler, Sadi ise yalnız yaralanmıştır. Başına vurularak yaralanan Sadi’nin zihninde bir boşluk vardır, olayı hatırlayamaz. Soruşturması yapıldığı sırada, yalnız kıskançlık günlerini hatırlayan Sadi, metresini öldürdüğünü sanır ve olayın faili olduğunu kabûl eder.

Bu haberin duyulması Sadi’nin kendi ailesi içinde bomba etkisi yapar. İstanbul’a gelip hapishane kapılarında oğullarını görmek derdine düşerler.

Bu durumu gören Kemal’de acı bir pişmanlığa düşer. Mediha ile Ziynet’i kendisi öldürmüştür. Hapishaneye giderek bu durumu Sadi’ye açıklar. Ama Sadi, bunu bir çeşit fedakârlık olarak değerlendirir ve kabûl etmez. Yargıç önündeki soruşturması sırasında da suçu üstlenmek istemesine karşılık, Kemal’i kapı dışarı ederler. Kemal bunun üzerine kendini öldürür.

Bıraktığı mektupta durumu yeniden açıklar. Bu kez ona inanılmış ve Sadi hapisten çıkarak ailesine kavuşmuştur. (Onaran, Prof. Dr. Âlim Şerif – Muhsin Ertuğrul’un Sineması, S. 157 – 158 / 1981 – Ankara)

Onaran, İstanbul’da Bir Facia-i Aşk’ın konusu bu şekilde veriyor. O günlerin basınına yansımış bir olaydan yapılan filmde anlatılanların, olan gerçek olayla ilişkisi, benzerliği ne kadardır, bilemiyorum. Ama senaryoyu da yazan Ertuğrul’un olayı dramatikleştirdiğini (ve sinematografikleştirdiğini kabûl etmek) hata olmaz sanırım. Bu filmi görmüş olanlardan bugün hayatta olanlar var mıdır, bilemiyorum, varsa bile ne kadarını hatırlayabilirler! Filmin mevcut kopyasının olduğu şeklinde de en küçük bir ümidim yok. Öyle ise durup dururken bu eski, güncel bir olaydan yola çıkan bu filme neden dönüyorum?

Ona gelmeden önce Özgüç’e göz attığımızda, filmin konusunun “Şişli güzeli olarak ün yapan Mediha adlı bir fahişeyle, onu öldüren dostu Hamdi Beyin dramatik öyküsü” (Özgüç, Agâh – Türk Filmleri Sözlüğü 1914-1973 C. 1, S.26 ) şeklinde olduğunu görüyoruz. Filmin gösterim tarihi 20 Kasım 1922’dir. O günlerde, basında yankı bulmuş bir cinayetin güncelliği sırasında, hemen sinemaya uyarlanması, sonradan giderek gelişecek sinemamızın pek yapmadığı bir şeydi. Sinemamız güncelliği elbise modellerinde, moda şarkılarda bir güzel izlemesine rağmen, benzeri olaylara pek dikkat etmez, hele toplumsal olayları çoğunlukla görmezden gelir. Bunu sansüre bağlayanlar çıkacaktır, yanlış da değildir, ama güncelliğe (olay açısından) bu kadar uzak durmakda yansınamaz ama her şeyin istisnası vardır…

1923’de sıcağı sıcağına yazılmış bir roman (H. E. Adıvar), sıcağı sıcağına Kurtuluş Savaşını ele almış, Ateşten Gömlek (Muhsin Erturul) yapılmıştır. Sonraki yıllarda, 60’lı yılların ortasına kadar her yıl üç-dört Kurtuluş Savaşı filmi yapılmıştır. Daha sonra (1951’den başlayarak) Kore Savaşına girmemiz üzerine bu savaş ile ilgili kısa süreli çalışmalar olmuş, uzun sürmemiştir. (Yıllar sonra Amerikalıların yaptığı bir filmin finalinde “kısa bir özel jenerikte”, filmde anlatılan olayların ardından olay yerine Türk askerlerinin sevkedildiği belirtiliyordu. Amerikalılar, hemen her ülkede geçen, o ülke tarihi ile ilgili filmler yapmalarına rağmen Türk tarihine / toplumuna fazla ilgi duymamışlardır.)

1961’de “evinin önünde oynarken kaçırılan bir kızın” öyküsü, manşetlere çıkar ve günlerce halkın ilgi ile izlediği bir haber akınını sağlar. Olaya Yeşilçam bile ilgisiz kalamaz, Kayıp Kız Ayla (Hüseyin Kaşif) filmi yapılır. Kızın babası mahkemeden film için gösterim yasağı kararı alır ve yasak uygulanır. Yıllar sonra filmin yurt dışına çıkarıldığını ve özellikle ortadoğu ülkelerinde uzun süre gösterimde kaldığını okudum, ne derece doğrudur bilemiyorum ama, yapımcıların filmi değerlendirmesine hiç şaşırmadım.

1965 yılına gelindiğinde Şişli’de bir cinayet işlenir, basına İlyas Şoris Cinayeti diye geçer (yine Şişli!). Yaşanan bu gerçek cinayet olayı da, sinemaya hızlı bir giriş yapmış olan yapımcı/yönetmen Hasan Kazankaya tarafından Tehlikeli Adam adı ile filme çekilir, tabii Yeşilçamın belirlenmemiş kuralları ile zenginleştirilerek. Çok daha enteresanı tüm bunlardan önce, 1960’da silâhlı kuvvetlerin yönetime el koyması öncesi, 28 Nisan’da başlayan ve 26 Mayıs’a kadar devam eden gençlik olayları sinemanın ilgisini çeker ve 27 Mayıs sonrası Kanlı Perşembe diye bir film tasarlanır ve tasarım halinde kalır. Basında flaş gibi yanıp sönen bu haberlerden, adı geçen projenin sahiplerini bulup çıkarmak gerek ama olayın da üzerine pek gidilmediği, bir saman alevi olmasından belli. Sonradan geçmişe yönelik yapılan, kişisel veya toplumsal bir takım güncel olaylar, geçmişe yönelik, bir anma olarak yapıldığında (şu anda televizyonda gösterilmekte olan Güz Sancısı “Tomris Giritlioğlu” gibi ) o filmler güncel değil tarihsel olur.

İmdi, Aziz Nesin Böyle Gelmiş Böyle Gitmez isimli “özyaşam”ına ilişkin kitabının 1 / Yol’un 4. basımında (1975) 85. sayfadan itibaren şunları anlatıyor:

(Nesin’in babası Giresun’un Şebinkarahisar ilçesinin Gölve köyündendir.) …babamın köyü Gölve’de hemen herkes.. .erkekler… birbirine “emice” (amca) der. Babamın emice dediği, babama da emice diyen bir köylüsü vardı… Gölve’liler içinde en zengini. Bu emice neden çok paralıydı? Çünki Perşembepazarı’nda büyük eski bir hanın odacıbaşıydı.

O zamanlar adını, Kasımpaşa’daki o bizim evdekilere kadar duyurmuş, çoook ünlü, sık sık gazetelerin kendisinden söz ettiği bir güzel kadın vardı: Şişli Güzeli Mediha… Bir dönemin aşk dünyasına renk vermiş bir kadın. Uğruna erkeklerin hastalandığı, vuruşup dövüştüğü, zenginlerin paralarını savurup tiril kaldığı, evler yıkan, ocaklar söndüren bir kadın… En büyük ünü, zenginleri soyup yolması, pek çok erkeği aynı zamanda parmağında oynatması idi.

İşte bizim emice, bu dillere düşmüş Şişli güzeli Mediha’nın tutkunlarından biriydi. Gözü dönmüştü, çoluğunu çocuğunu gözü görmüyordu. Yaşını başını düşünmeden bütün parasını yedirdiği Şişli Güzeli Mediha ona yüz vermiyordu.

Babam, bu emice için, “zavallı delirmiş!” diyordu. Delirdiği doğruydu: Şişli Güzeli Mediha ile ilişkisini anlatırken,… .koskoca adam bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlardı.

Babam parasını yemek için emiceye Şişli Güzeli Mediha’nın büyü yapıp, aklını başından aldığını söylerdi. Babam, yardım edip emiceyi bu kadından kurtarmak istiyordu. Bunun için bir düzen kurmuşlardı… Bildiğim, o ünlü Şişli Güzeli Mediha, bizim o yoksul odamıza gelecek, bakıcılık da eden babama kendisiyle ilgili birşeyler sorup öğrenecekti.

O günlerde bakıcılık çok yaygındı. Bakıcılar, olmuş ya da olacakları bilirlerdi. Bir çocuğun baş parmağının tırnağı üzerine mürekkep damlatılır. Çocuk, gözünü bile kırpmadan bu mürekkep damlasına bakarken bakıcıda tespih çekip dualar okuduktan sonra çocuğa sorar:

– Falancayı görüyor musun?

Çocuk, tırnağı üzerindeki mürekkep damlasında, kayıp ya da çalınmış eşyayı, o eşyanın nerede olduğunu, nerede saklandığını, kimin çaldığını görür… Hep bir yere dikkatle bakıp kendini yoğunlaştıran çocuk… bakıcının soruları etkisinde kalarak, sorulan şeyi tırnağındaki mürekkep damlasında gördüğünü sanır.

[Umut (Yılmaz Güney) filminde, hoca hazinenin yerini bulabilmek için Cabbar’ın (Yılmaz Güney) çocuğunu tas içindeki suya baktırır ve görmesi gereken kuru ağacı sorar ama çocuktan cevap alamaz. Çocuk evde gördüğü bir takım şeyleri söyler, bunun üzerine Hasan (Tuncel Kurtiz) Cabbar’ın kafasına hazinenin evde olabileceği kuşkusunu sokar ve evinin avlusunu kazarlar.]

Şişli Güzeli Mediha bizim eve gelecek. Ben suya ya da mürekkebe bakma deneyiminden geçmiştim… hiç bir şey görememiştim… ama bu kez, emiceyi Şişli Güzeli Mediha’nın elinden kurtarmak için, suya bakıp, bana önceden ne öğretilmişse onu söyleyeceğim.

Gerçekten Şişli Güzeli Mediha denilen kadın bizim eve geldi. Ben suya baktım… bana öğretilenlerin hep tersini söylermişim…. böylece emicenin işlerini büsbütün kötületmişim. Şişli Güzeli Mediha’nın memnunluğu bundanmış. Kadın giderken babama para verdi. Babam… parayı almadı. İşte o zaman Şişli Güzeli Mediha hiç umulmadık birşey yaptı. Parlak, kara deriden, belkide rugan, çantası vardı, İçindekileri boşaltıp aldıktan sonra,

– Çocuk oynar, diye çantasını bana verdi.

Şaşırdım.

*****

Bu olaydan bir süre sonra Şişli Güzeli Mediha ya bıçaklanarak yada tabancayla vurularak öldürüldü. Sonraları Şişli Güzeli Mediha için gazetelerde, dergilerde pek çok yazılar, tefrikalar yazıldı, roman bile yazıldığını anımsıyorum.

Bana verdiği çantası çok güzel bir koku kokuyordu, esansın kokusu çantaya sinmişti.

…bir gazete kesiği buldum. Bu gazete yazısından öğrendiğime göre kadının adı Mediha değil Meliha imiş.

“Bir zamanlar Şişli Güzeli Meliha vardı. Güzelliği, cazibesi ve zengin aşk maceralarıyla, muhitinde, eski model ‘sosyetik’leri imrendiriyor, dedikoduları bitip tükenmiyordu. Derken günün birinde Maslak yolunda, fayton arabasının içinde hem kendisi, hem yanındaki işgüzar hizmetçisi Zeynep kadın, kıskanç bir kabadayı hovardanın kurşunları ile delik deşik oldular.”

…Şişli Güzeli için destanlar düzüldü, galiba bir tuluat kumpanyasında acıklı bir oyun da oynandı. Bir taraftan aşklarının hikâye kitapları da elden ele dolaştı durdu. Bunlardan biri… iki formalık bir cep kitabı, kabında da Şişli dilberinin resmi… İstanbul Şişli ve Nişantaşı konaklarından en uzak kenar mahallelerine kadar, her yerde yıllar yılı, Şişli dilberinin hayat dramı hep konuşuldu ve kadın adeta efsaneleşti. Fakat yavaş yavaş, bir Aphrodite tapınağındaki son dumanları savrulan buhurdan gibi son kıvılcımı da sönerek hatıralarda küllendi gitti. (Nesin, Aziz / Böyle Gelmiş Böyle Gitmez – 1. Yol, Sayfa 85 – 89, Tekin Yayınları 4. Basım – 1975)

Aziz Nesin, Şişli Güzeli Mediha Hanımı böyle anlatıyor ve o günlerden bir gazete küpürüne dayanarak adını Meliha diye belirtildiğini söylüyor. Bu isim farklılığı doğru olabilir; ya isim gerçekten Meliha’dır, Muhsin Ertuğrul’un filminde Mediha diye değiştirilmiştir (olabilir bir olasılık) yada gazetede isim yanlış olarak yazılmıştır. Ama, tüm bunlar, filmin serüvenini etkilemez, güncel bir olay kısa sürede, basının da geniş yer vermesi üzerine, sinemalaştırılarak bir ilk-ler toplamı olarak (ortalıkta bulunmasa da) sinema tarihinde yerini almıştır. Muhsin Ertuğrul gibi -ne olursa olsun sinemamızda etkili olmuş olan- bir yönetmenin ülkede çektiği ilk filmidir. (İlk filmi değildir, çünkü daha önce yurt dışında yönetmenlik yapmıştır.) İlk film olarak, yankısı yaygın bir güncel olaydan hareketle yapılmış bir filmdir. Filmin senaryosu da Ertuğrul tarafından yazılmıştır, doğal olarak gazeteye yansıyan olayların kimileri filmde de kullanılmıştır, fakat yukarıda da Onaran’a dayanarak verdiğimiz film hikâyesinden de anlaşılacağı üzere dramatize edilmiştir (bunu tüm sinemalar – sinemacılar yapmıştır ve yapar.) Film hakkındaki bilgilerimizin çok dışında hiç ilgisiz gibi bir kaynaktan bu gerçek kadın hakkında anılar yolu ile olaya tekrar yaklaşınca, filmde yer almış bir kaç Mediha tutkunundan biri olan, Nesin’in babası ile birbirine “emice” dedikleri bu hemşerisinin ve onun serüveninin, hele “parmak tırnağındaki mürekkebe bakma” olayının filmde yer almasını beklememiz, hiç bir olasılık kabûl etmez. Anılar yazarı Nesin olay olduğu zaman 6 yaşındadır ve anıları nerede ise 35 yıl sonra yazmıştır. Olay 1921 / 1922 yıllarında olmuştur, film 1922 yapımıdır. Ne kadar filmler çevrilmekte ise de o yıllarda sinema salonları ne kadar yaygındır ve filmlerin gösterim olanakları ne kadardır; bunların hepsinin olumlu olabileceğini kabûl etsek bile, o yıllarda Nesin’in bu filmi görmüş olabilmesi mümkün değildir, zaten anılarının ilerleyen sayfalarında ilk film seyretme olayına da değinecektir, fakat bu yıllar sonra 12 yaşlarına geldiği günlerde olacaktır.

Yukarıda sinemamızın güncelliği fazla izlemediğine değindik, sıra dışı bir iki filme değindik. 2009 yılının en ilginç olaylarından biri “Münevver Karabulut” cinayeti. Yeşilçam günlerinde olsa idi veya Yeşilçam bu gün devam ediyor olsa idi, büyük bir olasılıkla değil, -% 100 diyorum, bu olay filme alınırdı. (Ama nasıl alınırdı?!) Bugün için belki Kayıp Kız Ayla gibi yasaklanmayabilirdi, ama film nasıl olurdu? Çünkü çok iyi bir materyal! Bugünkü sinemamızda, olaydan bir kaç ay sonra filminin çekilmek istendiği duyumları basına yansıdı, ama kısa sürede yitip gitti… iyi de oldu, sinemamızın bugünkü ortamında, yapım anlayışı içinde böyle bir projeye yatırım yapılması -bana- biraz zor görünüyor, öyle bir çalışma olduğuna dair haber uçlarıda görülmemekte.

1922’de olan bir olayın çok farklı iki yansımasını bir arada ele almaya çalıştım, (bilmiyorum) bana ilginç geldi.

(10 Ocak 2010)

Orhan Ünser