Zonguldak’ta İki Şair

Yılmaz Erdoğan’ın Cuma günü gösterime giren filmi “Kelebeğin Rüyası”, iki genç şairin arkadaşlığını, aşklarını ama hepsinden önemlisi edebiyata duydukları sevgiyi anlatıyor. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’yu önceden tanısanız da, tanımasanız da, onların hikâyesini seveceksiniz. Ama tanıyorsanız, hele benim gibi evveleski hayranları iseniz, hakettikleri takdire kavuşamadıklarını, yeterince şiirsever tarafından tanınmadıklarını düşünüyorsanız, o zaman filmi izlerken arada bir gözlerinizin yaşlanma ihtimali de var. Öte yandan, onları tanımıyorsanız ve Yılmaz Erdoğan’dan bambaşka bir film bekliyor idiyseniz, bu da sizin meseleniz. Ben filme beklentisiz giren herkesin memnun ayrılacağına inanıyorum.

Şahsen daha başından siftah ağlamaya başladım, sonuna kadar da ara ara devam ettim. Belki genç şairlerin hikâyesini önceden bildiğim için, belki de mükellefiyet döneminde, savaşın ağır koşullarında, önce Zonguldak, sonra İstanbul’da geçen bu hikâye zaten acıklı bir hikâye olduğu için. Ama daha çok, yüzlerini görüp, “İşte Muzaffer, işte Rüştü!” diye düşündüğüm için herhalde. Hikâyenin acıklı yanları için de endişeye kapılmayın: İkilinin canayakınlığı, insanın içini ısıtan arkadaşlıkları, hele hele edebiyata olan tutkuları ile “Kelebeğin Rüyası” rahat bir seyir ve mizah da sunuyor.

Muzaffer’in Heybeliada Sanatoryumu’nda daktilolarla dolu bir odaya girmenin şaşkınlığı ile bir daktilonun önüne oturup masada da tomarla kâğıt bulduğundaki hayretini, coşkusunu, yüzündeki inanamaz ama mutlu ifadeyi unutmak mümkün mü? Arkadaşına sesleniyor: “Rüştü?!” Oysa onlar Zonguldak’ta parasızlıktan şiirlerini yazacak kâğıt bile bulmakta zorluk çekiyorlardı. Şair çilesi, işte. ‘Hoca’ diye hitap ettikleri edebiyat öğretmeni / büyük şair Behçet Necatigil bile, yazacak kâğıt çıksın diye öğrencilere fazladan ödev verdikten sonra garip Rüştü ile Muzaffer ne yapsın? Sonra Rüştü işi duvarlara yazmaya kadar vardıracak.

1941 yılında Zonguldak. Mükellefiyet Kanunu icabı Zonguldak’a bağlı köylerde 15-45 yaş arası her erkek madende çalışmak zorunda. İkinci Dünya Savaşı bastırmış durumda. İki genç şair ise, hayatın zorluklarına ve yoksulluklarına rağmen mutlu sayılırlar. Rüştü Onur (Mert Fırat) ile Muzaffer Tayyip Uslu (Kıvanç Tatlıtuğ) iyi arkadaş, arkadaşın hası. Akılları fikirleri, şiirlerinin Varlık Dergisi’nde yayınlanmasında. Zonguldak Çelikel Lisesi Edebiyat Öğretmeni Behçet Necatigil (Yılmaz Erdoğan) ise, ikisine kol-kanat geriyor. Derken, şehrin eşrafından Zikri Bey’in (Ahmet Mümtaz Taylan) kızı Suzan’ı (Belçim Bilgin) görüp âşık oluyorlar. Peki, kız onları beğenecek mi? Kimi seçecek? İkisi de birer şiir yazmaya karar veriyor. Suzan’a kimin hangisini yazdığını söylemeden okutacaklar. Suzan hangisinin şiirini beğenirse, öteki aradan çekilecek. Bu arada ikisi de öksürüyor, ciğerler maden damgasını yemiş.

Ama gençlik heyecanı, şiir aşkı verem dinler mi? Arada bir ruhları kararsa da aslında umutlular, iyi şair olduklarına, bir şekilde tanınacaklarına inanıyorlar. Maddi şartlar onları yıldırmıyor. Bir gece Behçet hocanın kapısına dayanıp önce daktilosunu ödünç istiyorlar, sonra da kâğıtlarından bir tutam… Nihayet gene kapıyı çalıp, daktilo yazacak yerleri olmadığını itiraf ediyorlar. Ama yüzlerdeki umut ifadesi, endişeyle hafiften gölgelense de, silinmiyor.

Biz de bütün bu nüansları rahatlıkla fark ediyor, yüzlerinden, beden dillerinden okuyoruz. Çünkü “Kelebeğin Rüyası” çok iyi oynanmış bir film. Yılmaz Erdoğan, belki kendisi de oyuncu olduğu için, oyuncularını çok iyi yönetmiş. Açılışından finaline kadar filmine de tamamen hakim. Ayrıca, “Kelebeğin Rüyası” bir dönem filmi olarak da çok başarılı. Aslında bu yönden filmin teknik ekibi de kutlanmayı hakediyor. Ta TRT yıllarından tanıdığım görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, mesleğinin önde gelen birkaç isminden biri olduğunu bir kez daha kanıtlamış. Bütün oyuncular iyi demiştik, tek tek isim vermek çok zor. Birkaç tanesinden söz edelim, mükemmel bir ansambl oyunculuk örneği veren arkadaşlarını temsil etsinler. Kıvanç Tatlıtuğ, Muzaffer’de tek kelimeyle olağanüstü. Ama Mert Fırat da rolü kesip üstüne oturtmuş. Belçim Bilgin Suzan’da doğal ve cazip. Rüştü’nün sevgiyi tatmasını sağlayan Mediha’da Farah Zeynep Abdullah’a, Ahmet Mümtaz Taylan’a, Taner Birsel’e ve diğerlerine de selâm yollayalım.

Son olarak Yılmaz Erdoğan var, tabii. İki şairin yeniden hayata dönmesini, belki de tanınmasını sağlamış senaryosuyla, yönetimiyle. Behçet Necatigil’de her zamanki iyi oyunculuğuyla, takdiri hakediyor. Yürek titreten bir film, hele edebiyat seviyorsanız, aman kaçırmayın.

(23 Şubat 2013)

Sevin Okyay