Arka Pencere Dergisi, Koş Lola Koş Diyor

Arka Pencere Dergisi, 204. sayısında, kapağına, Tom Tykwer’in Koş Lola’sını yerleştiriyor. Tunca Arslan, “Trendeki Yabancı” köşesinde Ümit Elçi’nin polis filmi Böcek’e bakıyor. Vizyon filmleri eleştirileri arasında Menekşe’den Önce, Zafere Hücum, Meryem, Diana, Alex Cross ve Vampir Kız Kardeşler yer alıyor. Dikkat çekici hatırlatmalar bulacağınız, Sapık köşesiyle devam eden Arka Pencere Dergisi’nin 204. sayısı bir Alfred Hitchcock alıntısıyla nihayete eriyor: “Bazı yönetmenler, oturdukları yerde güzel şeyler tasarlayabilecek bir ekibi yanlarında ayakta bekletirler. Ben asla böyle çalışamam.”

34. İFSAK Ulusal Kısa Film ve Belgesel Yarışması

İFSAK İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği tarafından düzenlenen İFSAK Ulusal Kısa Film Yarışması’na başvurular başlıyor. Sinemaseverler, sayı ve konu sınırlaması olmadan kısa filmleri ile 31 Aralık 2013 tarihine kadar yarışmanın Kurmaca, Deneysel veya Belgesel kategorilerine katılabiliyor. İFSAK Ulusal Kısa Film Yarışması başladığı günden bu yana ulusal düzeyde düzenleniyor ve ülkemizdeki birçok kısa film etkinliğine örnek teşkil ediyor. Ulusal Kısa Film ve Belgesel Yarışması, sinemacıların ilk eserlerine gösterim olanağı sunmakla birlikte, ülkemizin en kapsamlı kısa film arşivinin oluşmasına da katkıda bulunuyor.

Uluslararası Zeugma Film Festivali Yayınları

Uluslararası Zeugma Film Festivali Yayınları sinema kitaplarının tanıtım bültenleri ve kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Yeni eklenen:
Uluslararası Zeugma Film Festivali 22-26 Kasım 2017 (Broşür),
Uluslararası Zeugma Film Festivali 22-27 Aralık 2015 (Broşür),
Uluslararası Zeugma Film Festivali 02-06 Ekim 2013 (Broşür).
Uluslararası Zeugma Film Festivali Yayınları yazısına devam et

Meryem

Öncelikle şunu yazayım ki, “Meryem” isimli bu film, aynı adı taşıyan -benim tesbit edebildiğim- 4. film. Aynı isimli filmler daha önce, 1960 (A. Baki Çallıoğlu) ve 1973’de (Fikret Tınaz ve Yavuz Yalınkılıç) yapılmış. Bu üç filmi de görmedim. (*) Bu filmler konuları itibariyle, tipik Yeşilçam filmleridir. Yeşilçam bitmiştir ama ülkemizde film çekimleri devam etmektedir. Bazı Yeşilçam yönetmenleri, hâlâ sinema çevresindedirler ama yeni bir yönetmen kuşağı gelmiştir ve film-ler (bir kısım direnen kişilerce eski tarz filmler yapılmakta ise de) eski tarz filmler değildir. Bir defa yapım ilişkileri değişmiştir ve yeni gelen kuşak eskilerin (çoğunlukla) kendilerini sıkı sıkıya bağlı saydıkları konulara itibar etmemektedirler; ya tamamen değişik, şimdiye kadar ele alınmamış konularda veya (başlangıçta eski gibi görünse de) eski konuları yepyeni gelişmeler içinde ve biçimlerle ele almaktadırlar.

Bunlardan sonra şunu söylemek isterim ki; Atalay Taşdiken’in “Meryem”i bir Yeşilçam filmi değildir. (İyi ki de değildir…) Taşdiken ilk filmi “Mommo”da da bir Yeşilçam yönetmeni olmadığını ortaya koymuştu; “Meryem”de bu işi daha ileriye götürüyor. Ne filmin konusundan, ne de oyunculardan söz edeceğim ama Taşdiken’in sinemasından söz etmemek olmaz.

Öykü bir Anadolu kasabasında geçer, çevre ve mekân-lar konunun içinde ve işlevsel şekilde gösterilirler -sinema da görsel bir sanattır. Oyuncular, özellikle Meryem’i canlandıran kadın oyuncunun (Zeynep Çamcı) sessiz, durgun (durağan) bazen baş, bazen boy plân çekimlerinde, işlevsizlik söz konusu değildir. Filmi anlatmaya kaldığınız zaman bu sahneler için hiç bir şey söyleyemezsiniz ama bu sahnelerin hiçbirini de filmden çıkaramazsınız. O zaman bu sahnelere “işlevsiz” diyemezsiniz. Hiç bir şey olmaması (ne demek?) bu sahneleri -birçok Yeşilçam filminde bol bol olan ve rahatlıkla kullanılan- boş sahne haline getirmez, bilâkis işlevli kılmaktadır ki, bu Taşdiken’in sinemasına önem kazandırmaktadır.

Benzeri sahnelerin Taşdiken’in sonraki filmlerinde olması gerekli değildir, ola ki o filmler (daha hiç biri yapılmadı) böyle bir sahneyi gerektirsin. Söz ettiğim sahneler “Meryem” için gerektir -veya Taşdiken tarafından gerekli görülmüştür. Bu yönetmenin film yapma hakkı ve biçimidir. Bu haklarını (ve biçimi) kullanan Taşdiken, “Meryem” ile iyi bir sinema örneği vermiş, iyi bir film yapmıştır. (Yeni bir senaryo -bu yazılış aşamasından başlar- kendi biçimini belirler.)

Oyunculardan söz etmeyeceğim dedim ama yukarıda Zeynep Çamcı’nın adından söz ettim. “Meryem”de, kocasının evinde -tek başına- bırakılmış “gelin”i hakkı ile canlandırıyor. Kocasının babası ise O’nu gelin’den farklı, “insan” olarak görüyor ve bu rolde Mustafa Uzunyılmaz rol yapmıyor, adeta yaşıyor -ve canlandırdığı kişi, sırf gelini için değil işi nedeniyle- karşılaştığı kişiler için de canlı bir kişi, insan. Burada bir soru: İsmail Hacıoğlu’nun canlandırdığı kişiyi (Murat) Yeşilçam dönemi oyuncularından, kaç başrol (?) oyuncusu oynar DI?

Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı Zeki Ökten’in yönettiği Sürü filminin finalinde (aşiret reisi?) Tuncel Kurtiz her şeyini kaybetmiş olarak Ankara’nın kalabalığında yalnız kalır, ne olup bittiğini de anlamamıştır. Meryemde ise Meryem, her şeyini kaybetmiş, aradığını bulamayacak bir şekilde, annesinin kendisine verdiği erzakı da “benim değil” diyerek otogarda terk ederek, elinde yalnızca valizi ile (içinde ne vardır ki?) İstanbul’a giriş yapar. Nereye gidecektir, ne yapacaktır, bilenmez ama bu bilmemezlik ani bir bilmemezlik değildir; taaa yola çıkarken, “baba” dediği kayınpederinin -ki gerçek yol eden odur- , kayınvalidesinin, annesinin elini öperken -avucuna bir miktar para sıkıştırılır- itiraz edemez, askıntısı Murat ile ilişkisinin mutlaka olduğu düşüncesini her zaman taşıyacak olan görümcesi ile vedalaşırken, bütün bunları bilmektedir fakat yine de İstanbul’a gidecektir. Çünkü, kayınvalidesinin olmadığı bir akşam, yemekten sonra, babasının çocukluk arkadaşı da olan kayınpederinin ilk defa anlattığı ve babasından söz ettiği gibi, “inandığını yapan” ve doğru, dürüst, namuslu bir adamın kızıdır.

İstanbul, birçok Yeşilçam filminin başlangıcında gelinen -umut dolu- bir şehir değildir bu kez, filmin sonunda gelinen, hem de ne yapacağını -belki bilmeden ama- ne yapmayacağını bilerek gelinen -meçhullerle dolu- bir şehirdir.

* Özgüç, konuları şöyle veriyor: 1960 (Çallıoğlu) “Birbirlerine aşık olan bir balıkçı kızıyla bir gencin acı öyküsü” (s. 160); 1973 (Tınaz) “Öldürülen kocasının intikamını alan hamile bir kadının öyküsü” (s. 506); 1973 (Yalınkılıç) “Kan davalı iki ailenin çocuklarının aşk öyküsü” (s. 506) (Özgüç – Türk Filmleri Sözlüğü 1914 – 1973 / c.1 – 2. basım)

(01 Ekim 2013)

Orhan Ünser

3 Kadın 3 Kader

Faik Ahmet Akıncı’nın yönettiği ve Esma Ünal, Aleyna Eroğlu, Meltem Telli ile Cumhur Sarı’nın oynadığı 3 Kadın 3 Kader, 27 Eylül 2013’de Özen Film dağıtımıyla Batı Yapım tarafından vizyona çıkarıldı.
Her yıl yüzlerce kadının öldürüldüğü, çocuklar da dahil kadınlara taciz ve tecavüzün çoğalarak sürdüğü bir ülke. Film, Yeşilçam sinemasının klâsik örneklerinin biraz daha dışına çıkarak, duygusal atmosferiyle kadın dramını irdeleyen hikâyelerden oluşuyor. Bu hikâyeler hepimizin yaşadığı, gördüğü ve kapalı kapılar ardından duyumlarıyla kulaklarımızı tırmalayan acı gerçeklerden meydana geliyor.

Tuncel Kurtiz

Bir sinema oyuncusu ve yönetmen… ama öncesi bir tiyatro oyuncusu. İstanbulda bir tiyatro kurulur, adı İHO olarak duyurulur. İstanbul Halk Oyuncuları diye okumak gerekir, açık okumak gerekirse. Turne için Ankara’ya gelirler bir süre oyunlar oynarlar ve Ankara’ya yerleşirler, isimlerinden “İ”yi çıkarırlar, Halk Oyuncuları’dır adları artık. Bu arada daha Ankara’ya yerleşme olmadan, bu tiyatronun bir oyununu izledim, yazarını anımsamıyorum, bilen bilir… Oyunun adı Samanyolu… İki kişi tarafından oynanıyor. Oyunculara bakın: Tuncer Necmioğlu ve Tuncel Kurtiz… Bir akıl hastahanesinde geçiyor. İki doktor konuşuyorlar ve bir hastadan söz ediyorlar. Bu hastanın nasıl bir süreç sonucunda hastaneye geldiğini anlatıyorlar seyirciye.

Doktorlardan biri (Tuncer Kurtiz) hastayı -hastalanmadan öncesini-, diğeri ise anlatılan süreçte hastalanacak olan kişinin karşılaştığı kişileri oynayacaktır. Hastalanacak olan kişi, gurbetten (yoksa askerden mi?) dönerken, köyün altındaki meyhanede mola veriyor ve meyhaneci ile sohbet sırasında -hasretle kavuşmayı beklediği- nişanlısının evlenmiş olduğunu öğreniyor [bir çeşit Ezo Gelin öyküsü (*)] ve köye hiç çıkmadan geri dönüyor. Sonra bir bandoda tamburmajörlük yaparken en büyük gösterisi sırasında, tam da gösterinin en önemli izleyici önünden geçerken, elindeki sopasını düşürüyor. Ondan sonra her şey tersine gitmeye başlıyor. Sonunda bir panayırda iki kişi motosikletle, bir çember içinde yere paralel durumda hız yaparak gösteri yapıyorlar. Birisi meyhaneden yüz geri dönen, hastalanacak olan kişidir… Ve bir gün yine gösteri yaparlarken, bu gösterinin bitmesine rağmen hızını kesmiyor ve normal sürenin (ve turun) çok fazlasını yapmaya devam ediyor. Arkadaşlarının ikazlarını dinlemiyor, diğer (motosikletli) arkadaşı yeniden yanına çıkıp birlikte dönerken ikna etmeye çalışıyor, fayda vermiyor, sonunda saatlerce döndükten sonra, motosikletin benzini bitmesi ile başı üzerine yere çakılıyor… Ve bunun için hastalanıyor. (İşte böyle hastalanacak olan kişiyi oynuyordu Tuncel Kurtiz…)

Aradan yıllar geçti, aynı oyunun Ankara Devlet Tiyatrosu’nca Yeni Sahne’de (şimdilerde kapanmış olmalı, o zaman Kızılay’da idi) oynandığını gördüm. Artık yurtta kalmıyordum, evde kuzenlerim ve annemle kalıyordum. Hepsini topladım, oyunu öve öve tiyatroya sürükledim. (Keşke gitmez olaydım, eğer tek başıma olsaydım, ilk fırsatta tiyatrodan kaçardım…) Nerede o Kurtiz ve Necmioğlu’nun eşsiz oyunları, nerede bu. Tam bir hayal kırıklığı… Tiyatroda aslolan “oyuncudur” kanısı bende daha çok yerleşti.

Halk Oyuncuları’nın bir başka oyununa daha gitmiştim, bu kez yerli bir oyundu. Yine -diğer oyuncularla beraber- Kurtiz de oynuyordu. Bir sahnede, bir anlık bir duraklamadan sonra Kurtiz oyun ile ilgili başlayıp, sözü uzatmaya başladı -oyun Adana çevresi, Çukurova’da geçmeli-, Adana Demirspor’da futbol oynayan Füze Selâmi’ye (dilerim yanlış hatırlamıyorumdur) getirdi sözü. Nasıl top oynadığı, O’nu kendisinin yetiştirdiğini anlatıyordu, sahneye biri girdi ve oyun devam etti… Sonraki konuşmalarımızda, Kurtiz’in bu -uzun- konuşmalarının olmadığını öğrendim… Oyun oynanıyor, bir oyuncu sahneye girecek ve oyun devam edecek ama beklenen oyuncu sahneye girmeyince, susup beklemek yerine, “Kurtiz”, denen o tiyatro kurdu oyuncu, o an aklına gelen -başka bir şey de gelebilirdi- şeyleri söyleyerek, sahnede sessiz kalan diğer oyuncuları da rahatlatarak, seyirciyi de oyundan (!) koparmadan, geciken oyuncuya açığını kapatma fırsatı veriyordu…

Kurtiz’in iyi tiyatrocu olduğunu yazmayacağım, bir oyunu (Samanyolu) nasıl benzerlerinden ayrıcalıklı duruma getirdiğini (getirdiklerini) ve bir oyun sırasında oyunu kurtarışına tanıklığımı yazmak istedim sadece… Sonra sinema oyunculuğu var. Gazetelerde okudunuz, bir kısmını gördünüz, bir kısmını görmek olanağı -kısmet olur- elinize geçebilir, görebilirsiniz. Bunları yazmak yeterli demiyorum, yalnız ilâve edeceğim şu: Kurtiz yurtdışında yabancı filmlerde oynamıştı: Bunlardan İsrail filmi Kuzunun Gülücüğü ile 1986’da Berlin Film Festivali’nde “gümüş ayı” ödülü kazanmıştı. Bu filmde, Arapça bilmediği halde, Arapça konuşan bir bedeviyi oynamıştı. (Film ülkemize geldi mi?…)

Sonra, gelelim yönetmenliğine: Gül Hasan (1979). Uzun metraj dalında yaptığı tek yönetmenlik çalışmasında Almanya’da Türklere yönelik bir dolandırıcılık olayının (sanırım? sinema piyasında?) ortaya çıkarılması anlatılıyordu. Film, o zamanlar yeni başlayan teknikle, sesli olarak çekilmişti. Film, Türkiye’de gösterime girdi. Girdi ama ben Samsun’da filmi görmek istediğimde, filmin seks filmi olması nedeni, “aile!?” için bilet verilmedi bana… Daha sonra filmi tek başıma seyrettiğimde (hiç de seks filmi değildi!), ses bandının çok kötü olduğunu, nerede ise konuşmaların hiç anlaşılmadığını gördüm fakat film, 1981’de 18. Antalya Film Festivali’nde 3. En İyi Film seçilirken en iyi senaryo ödülünü de alıyordu. Hâlâ zaman zaman adı anılan filmi düzgün bir şekilde tekrar izlemek olanağım olmadı ama Kurtiz, sadece bir tek film demek değil ki… Kurtiz sırf oyuncu değildi, oyunculuğu aşmış fakat bırakmamış, tiyatro, sinema, televizyon… geçerli yerleri. Her zaman ve her kuşak, her tür seyici için oyunculuğunu devam ettirmişti, yine de sadece oyuncu olarak kalmadı… “Sanatçı”-lık sorumlulukta ister.

(*) Bizim Ezo Gelin-lerimiz:
Alevden Gömlek (Ezo Gelin) / Orhan Elmas /1955
Ağlayan Gelin / Orhan Elmas / 1957 (Ezo Gelin uyarlaması)
Ezo Gelin / Orhan Elmas / 1968
Ezo Gelin / Feyzi Tuna / 1973
Doğrudan Ezo Gelin öyküleri bunlar fakat sinemamızda başka (farklı isim ile) uyarlamaları da var.

(02 Ekim 2013)

Orhan Ünser

Çanakkale: Yolun Sonu ve Benim Çocuğum, 3. Bodrum Türk Filmleri Haftası’nda

3. Bodrum Türk Filmleri Haftası’nda bugün saat 17:00’de Kemal Uzun’un yönettiği Çanakkale: Yolun Sonu adlı film gösteriliyor. Film gösterimi sonrasında saat 19:00’da yönetmen Kemal Uzun ile filmin oyuncularından Gürcan Mete Şener’in katılacağı bir söyleşi yapılacak. 19:45’deki söyleşide ise Benim Çocuğum adlı belgeselin yönetmeni Can Candan ve filme destek veren Ömer Ceylan ile Şule Ceylan soruları cevaplayacak; söyleşi sonrasında film gösterilecek. Akşam 21:15’de Bodrum Kalesi’nde plâket sunumu sonrasında Çanakkale: Yolun Sonu filmi tekrar Bodrum’lu sinemaseverlerin beğenisine sunulacak.

3. Bodrum Türk Filmleri Haftası Başladı, Su ve Ateş’in Fragman Lansmanı Yapıldı

Bu yıl 3.sü düzenlenen Bodrum Türk Filmleri Haftası, Oasis Alışveriş Merkezi’ndeki Cinemarine Sinemaları’nda yapılan açılış töreniyle başladı. Açılış gecesinde Özcan Deniz’in yönettiği Su ve Ateş filminin fragmanı ilk kez seyirci önüne çıktı. Açılışa ve fragman sunumuna filmin oyuncuları Yasemin Allen, Pelin Akil, Yusuf Akgün ve Burçin Birben ile birlikte katılan Özcan Deniz, Su ve Ateş’i ilk filmi olarak gördüğünü belirtti. Filmde tutkulu bir aşkın hikâyesi ile birlikte, Türkiye’nin feodal yapısı da farklı bir bakış açısıyla işleniyor. 3. Bodrum Türk Filmleri Haftası’nın açılışına katılan Mahmut Hekimoğlu ve Nuri Alço’ya da Bodrumlular sevgi gösterisinde bulundu. Hafta kapsamında bugün, Kemal Uzun’un yönettiği Çanakkale: Yolun Sonu filmi gösterilecek ve söyleşi yapılacak.